27 Ocak 2011 Perşembe

hıncal uluç

o. henrynin the gift of the magi hikayesiyle, pek çokları gibi beni de tanıştıran insandır, bundan on sene kadar evvel. eve alınan gazete değişene kadar da köşesini takip ettim.

uzun yıllardır hıncal uluça ait bir yazı okumuyorum. pek övdüğü tavuk suyuna çorba kitaplarından artık nefret ettiğimi fark etmemden sonra oldu bu, ama beraberinde değil. şimdilerde, sadece "hıncal uluç diye bir yazar okurdum" derim, yazıları pek denk gelmez. zaman zaman sözlükte bir hıncal uluç yazısı ya da yorumu üzerine bir şeyler yazılır, yazılanlardan mevzuyu inceler bırakırım.

hıncal uluçun sabah gazetesindeki son yazısı üzerine yazılan entry dikkatimi çekti ve gazetenin internet sayfasından ilgili yazıyı okudum.

hıncal uluç epey narsist bir insandı diye hatırlıyorum. bu tabi ki kötü bir şey değildir, hatta her insan narsist olmalıdır, herkes bir miktar narsisttir zaten. bu saygı duyulacak bir şey. yazısı üzerine yorum yapmadan önce bunu belirtmek istedim, birazdan tekrar değineceğim.

...

yazısında, hıncal uluçun bu siteyi, doğru dürüst yerlerde yazma imkanı olmayan, yasal yerlerde yazacak cesareti olmayan insanların tatmin mekanı olarak değerlendirmesi yanlış bir düşünce. neden yanlış bir düşünce?

sözlüğün fanatiği ya da hıncal uluç antisempatizanlarının bayrak sallayanı değilim, taraf tutuyor denmesin.

belki de tamamımız doğru dürüst yerlerde yazma imkanına sahip değiliz-ki burada doğru dürüst yer olarak bir gazete, dergi, kitap vs kastedilmiş. hıncal uluçun kastettiği şey, "bu tür yerlerde yazamayan insanlar kendilerini sözlük, forum gibi yerlerde mastürbasyon yaparak tatmin etmektedir". yasal yerlerde yazma cesareti ise daha başka bir şey, yasal yer olarak kastedilen nedir tam olarak anlamadım. burası da hukuka uyan bir mekan, ben birisine hakaret edemem, küçük düşüremem. gülben ergen ve mustafa erdoğan, başlıklarında yazılanları sildirmek için sözlüğe dava açmışlar. mesela ece erken başlığı temizlenmişti.

bu şekilde hukuki yollarla hakkınızı arayabildiğiniz yerler yasal platformlardır, haklının haksızın ayrılabildiği ve devletin mahkemesine göre haklıya hakkının verilebildiği yerlerdir.

insanlar, sosyal yaşantılarında sürekli fikir alışverişinde bulunurlar, bir şeyler üzerine görüşlerini beyan ederler. tatminden kasıt bu ise, her insan kendini imkanları dahilinde kendini tatmin etmektedir. sezen hayranlığımı kendi içimde tutamam, bir insanım ben, bu hayranlığımı paylaşmak isterim. arkadaşlarıma gider "sezen aksu şarkıları gibisi yok" derim. imkanım varsa sezen aksu fan sitelerinde "sezen aksu şarkıları gibisi yok" diye yazı yazarım. kendisini tanıyorsam ve konuşma şerefine erişebiliyorsam "sezen hanım, sizin şarkılarınız gibisi yok" derim. eğer bir gazetede köşem varsa oraya "sezen aksu şarkıları gibisi yok" diye bir yazı yazabilirim. böylece her insanın hakkı olduğu şekilde fikrimi diğer insanlarla paylaşabilirim.

birisine hayranlık belirtmek, beğenmediğini söylemekten daha fazla cesaret gerektirmez, olumsuz bir şey söylemek daha zordur. belki de ben, sezen aksuyu tanıyor olsaydım "sezen hanım, şarkılarınız çok bayık, çok monoton" diyemezdim. ama daha samimi yerlerde fikrimi paylaşabilirdim; arkadaşlarıma sezen aksu şarkılarını beğenmediğimi söyleyebilirdim. farkettiğiniz gibi, daha özgür bir platformda daha gerçek, daha doğru bir şekilde düşüncelerimizi söyleyebiliyoruz.

ekşi sözlük, birisine hakaret etmeden düşüncelerinizi paylaşabileceğiniz bir sitedir. ben birisine küfredemem, ondan nefret etsem de bu derece bir özgürlük haklı olarak hukuki yollarla kısıtlanmıştır. hakaret içermeden birisi için fikrimi belirtebilirim. gülben ergen başlığının şu andaki ilk entrysinde "igrenc bir gulusu olan bi sarkici." yazıyor. neden, çünkü yazarı, onun gülüşünün iğrenç olduğunu düşünüyor ve bunu beyan ediyor. çevresindeki insanlara "gülben ergenin gülüşü iğrenç" dediği gibi burada da bunu yazabiliyor. özgür, çünkü birisinin gülüşünün iğrenç olduğunu düşünmek ve belirtmek suç değil. bunu belirtiyor ve tatmin oluyor, "sezen aksu şarkıları gibisi yok" diyen bir insanın beğenisini sunuşu gibi o da memnuniyetsizliğini sunmuş oluyor.

şimdi narsisizme geri dönelim. kendini beğenen insan kendine söz ettirmez. kendisine yapılan eleştiriler hoşuna gitmediği takdirde eleştiren insanı sevmez. bir yazarın yazılarını, müzisyenin şarkılarını, yönetmenin filmlerini beğenmezseniz ve bunu belirtirseniz, alçakgönüllülükle karşılamayacaktır. (ben de bunu savunurum ama bu ayrı bir mesele) hıncal uluç, yazılarının ardından okurlarından gelen maillerde, beğenileri hoşnutsuzluk belirten maillerden daha çok sever elbette. ancak, beğeni sayısı azalırsa, diğer mailler daha fazla olursa, kişisel ego tatmin seviyesinin altına iner, sinirlenmeye başlar, beğenilmediğini düşünür, kendisini beğenmeyenleri haksız bulur çünkü o mükemmeldir, beğenilmesi gerekir, beğenmeyenler zevksizdir, hemzemindir...böyle düşünebilir mesela.

gülben ergen, kendi gülüşünü seviyorsa, "gülüşü iğrenç bir şarkıcı" denilmesinden hoşlanmaz. ama bu bir düşüncedir, kendisi hıncal uluçun tavsiye ettiği gibi bu siteyi açmadıkça, yazılanlara bakmadıkça bu fikri görmezden gelebilecektir. ama bu, gülüşünün iğrenç olduğunu düşünen insanların varlığını yok etmez.

olumsuz fikirlere katlanamayan insanlar sansüre gider. hakkında yazılanları okumaması, kendine uygulayabileceği bir sansürdür. bunu yapabilecek kadar iradesi yoksa ya da böylesi olumsuz bir fikri kaldıramayacak birisi ise, hoşuna gitmeyenlerin kaynağını yok etmeye çalışacaktır. hıncal uluç "artık hakkımda yazılanları okumuyorum" diyebilir. muhtemelen okumuyor olabilir. ancak hakkında olumsuz düşünüldüğünü bildiği için bunları okumuyordur, o yazıları okumak egosuna zarar veriyordur. bu sebeple "o insanlar yok, o yazılar yok" psikolojisine bürünmüştür.

en azından, hoşuna gitmeyen şeyleri duymazdan gelebilme yetisine sahiptir, her ne kadar "sözlüğü muhattap olarak almıyorum, siz aşağı seviyede varlıklarsınız" moduna girip kendini daha da kandırmaya, egosunu daha da sağlamlaştırmaya uğraşsa bile buradaki yazarlar gene fikirlerini yazıyorlar. hıncal uluç "istediklerini yazsınlar ben umursamıyorum" dediği gibi, biz de "hıncal uluç ister okusun ister okumasın" diyip yorum yapıyoruz. neticede biz hıncal uluçun karizması zedelensin, özgüveni sarsılsın diye yazmıyoruz, içimizden geçeni yazıyoruz. hıncal uluç okumuyorsa, ibrahim üzülmez de okumuyor, george w bush da okumuyor, angelina jolie de okumuyor. ama biz bu insanlar hakkında gene de bir şeyler yazıyoruz.

hıncal uluçun "bırakın etsinler" lafı, annesinin pembe kazak aldığı bir çocuğun annesinin tepkisine benziyor. çocuk pembe kazağından utandığı, arkadaşları onunla dalga geçtiği zaman, annesi "sen umursama onların dediklerini" der. çocuk da pembe kazağını giyip sokağa çıkar. arkadaşları onun pembe kazağı ile hep dalga geçecektir, çünkü çocuk pembe kazağı ile iğrenç görünmektedir. çocuğun annesi sokağa çıkıp, tüm mahallenin çocuklarının duyacağı şekilde "hahayt, sen umursama onları, bak ben de umursamıyorum" derse bu çok komik kaçar. keşke hıncal uluç, gülben ergen ve mustafa erdoğanla konuşurken, sadece onlara "ben umursamıyorum, siz de umursamayın" diyecek biri olsaydı da böyle saçma bir durum olmasaydı. mahallenin çocukları bu sefer hem çocukla, hem de onun hafif çatlak annesiyle dalga geçmeye başlayacaktır çünkü.

hıncal uluçun, kendisini tatmin edecek sayıda goygoycu sahibi olduğunu tahmin ediyorum. düşünebilen her insanın kafasında şöyle bir düşünce olur, "ya karşı taraf haklıysa" . bu istenmeyen fikri güçlendirecek şeylerin başında da, muhattap dışındakilerin karşınızdaki insanı onaylamasıdır. hıncal uluç bu düşünceyi kafasından silebilmek için "bu tatminci korkak insanları görmezden geliyorum, onların sevenlerini de görmezden geliyorum, bu platformu destekleyebilecek herkesi görmezden geliyorum" oyunu oynayabilir. kendi fikridir, kendince haklıdır haksızdır. ama bu yazısının ardından kendisine gelecek her beğeni mailinden sonra, kendi şakşakçıları da olduğunu fark etmelidir. egosunu güçlendiren her beğeniye ne kadar ilgi ve saygı duyabiliyorsa, beğenmeyenlere de, karşı tarafın fikrini destekleyebileceklere de aynı şeyleri duyabilmelidir. yoksa objektif olamaz, objektif olamazsa da kendi goygoycuları, kemik okur kitlesi dışında kimse onu okumaz.

kendisi kendi dünyasında yaşıyor olabilir, gözü sadece hayranlarını, beğenileri görüyor olabilir. ekşi sözlük kendi dünyasında değildir, bünyesinde her görüşten binlerce insan barındırır, çok sayıda görüş, zıt görüş, iki görüşün arası vs. belirtilir. beğenenler çıkar, beğenmeyenler çıkar. hınçal uluçun bir yazısı kendisini anlatabilir ama bir entry ekşi sözlüğü anlatamaz. ekşi sözlük kaka, ekşi sözlük yılansı fare çocukların mekanı demek için acaba kaç bin yazardan kaç yüz bin entry okumak gerekir? bir insanın fikri umursanmayabilir, peki yüzlerce binlerce kişinin fikri nasıl görmezden gelinebilir, bunu görmezden gelmek için nasıl bir kişilik gereklidir?

bu yazıda "hıncal uluça ne geçirmişim be" demeyeceğim. zira öyle bir amacım yok. bir köşe yazarı yazı yazarak, bir meslektaşına ya da köşe sahibi olmayan birine, bir sözlüğe "off ne geçirmişim be" diyebilir, tatmin olabilir. ben arkadaşlarımın yanında "gülben ergenin gülüşü iğrenç" dediğimde nasıl ki kimseye bir şey geçirdiğimi düşünmüyorsam, burada da böyle düşünmem, özgürce fikrimi söylerim.

bu yazı, ekşi sözlükteki binlerce yazardan birinin görüşüdür. nickimin arkasına saklanmıyorum, hıncal uluç bu yazıyı okursa ya da bir şekilde eşi dostu kendisine okutursa, kendisi de karşı fikrini beyan etmek isterse, bana bir şekilde ulaşabileceğini biliyorum. izmire geldiği bir gün beni arayabilir, bir çayımı içerken aslında kötü niyetli olmadığını, sadece çok sevdiği iki insan için düşünülenlere üzüldüğünü, onlara destek olmak için umursamıyor gözüktüğünü, sahip olduğu karakterin çok eskide yaşadığı travmaların sonucu olduğunu söyleyebilir. anlayışla karşılarım, ben de yazısını çok haksız bulup kendisine kızdığımdan bu entryyi yazdığımı söyler gönlünü alırım. arada sezenin konserine falan gideriz beraber, protokolde konser dinlerim. en sonunda da "ekşi sözlükteki insanları yanlış tanımışım, onların da düşüncelerine eleştirilerine önem vermek lazım, çoğu üniversite gençliğinden olan bu platformun görüşleri çok değerli" diyebilir.

bu bir hayal tabi, hıncal uluç kendisine "güzel top oynayamıyorsun, pantolonun çok komik, berber saçını çok dandik kesmiş" dendiği zaman eliyle hızla göğsüne vurarak "baa aa aa aa a a, duymuyorum kii duymuyorum kii" diyen çocuktur, istediğini duyar, işine gelmeyeni duymaz.

bir şekilde, sevenleri ona "tebrik ederiz, ekşi sözlüğe bir paragrafçık laf sokmuşsunuz, arkanızdan sayfalarca yazı yazmışlar" derse, hıncal uluç "off, ne geçirmişim ekşi sözlüğe" diyecektir. olabilir, kişisel tatminidir.

...

edit: silinme, sildirtme diye bir vaka söz konusu değilmiş. hıncal uluç, kardeşleri olan gülben ergen ve mustafa erdoğanla bunu oturup konuşmadan, sağdan soldan duyduklarının üzerine yazı yazmış. ben de diyorum "gülben ergen başlığında silinen bir şey yok, sımsıkı, taş gibi, sımsıkı, taş gibi, dimdik, dimdik. allaalla". hıncal uluç yazısının ardından iki kere olayın gerçek mi hayal mi olduğunu düşünmek gerekiyormuş.
http://www.kardesinisec.com/

duyguların ilk versiyonları

duyguların ilk versiyonları ve bizim şartlandığımız versiyonları vardır. en büyük şartlandırma da minnet duygusunda görülmektedir. şöyle izah edelim; aşağı yukarı olarak hangi durumlarda kime minnettar kalınacağını kestirebiliyoruz, bu demektir ki aslında minnet etmek kurallar dahilinde işleyen bir süreçtir. bir insan bize bir iyilik yaptığı zaman ona minnettar kalmamız gerektiğini hissediyoruz. birisi bize kahve getirirse ona teşekkür ederiz mesela bunun gibi bir şey.

ancak centilmenlik yapma maksadı ile yapılan her türlü icraat içinde bir nebze sahtekarlık barındırmaktadır. yani birisi kalkıp da "nereye gidiyorsun?" sorusunun karşılığında "sana kahve getirmeye" diyorsa bu adam sahtekardır. zira bu adam için sizin kahve istemenizin bir önemi yoktur, bu adam kahve karşılığında "teşekkür ederim" cümlesini duymak istemektedir. hadi diyelim ki centilmenlik yaptı ama bunu saman altından, sürprizle falan yaptı. bu ise nitelikli sahtekarlıktır, yani planlanmış, hesaplanmış vesairedir ki karşıdaki insanı allem edip kallem edip onu minnet duygusuyla borçlandırmanın en berbat halidir. şunun gibi düşünün, bir arkadaşınızın parası yok. ona doğrudan gidip "istersen borç vereyim, sonra verirsin" demek daha doğalken, direkman parayı çıkartıp avucuna koymak ne bileyim işi şakaya vurup da "delikanlı adamsın lazım olur" diye espri yapmak biraz sahtedir. ancak biraz düşünürseniz, ikinci örnekteki insanların çok daha fazla sevilen insanlar olduğunu görürsünüz, yani bu insanlar bizim borcu reddetme ihtimalimizi sıfıra indirerek minnetimizi kazanmaktadırlar. "ne süper arkadaşsın sen lan, allah razı olsun" cümlesini borç teklif eden insan değil, borcu size dayatan yavşaklar duymaktadır, halbuki diğer insan da size borç verebilecek durumda olduğu halde diğeri kadar sevimli gözükmemektedir ezberlenmiş toplumsal minnet kurallarına göre.

geçen gün tam futbol turnuvasına katılacağız, 6-7 kişi topladım turnuva için ama bir grip oldum sormayın, oynayacak mecalim yok yani. dedim ki mal gibi evde oturup sıkılacağıma bizim kerkenezlerle takılayım, yenilirlerse taşak geçeyim falan. gittim, bunlar beni görünce sevindirik oldular, "takımı sen kurduğun için mi geldin yoksa" falan dediler. "canım sıkılıyordu" falan demedim tabi, "boşverin bunları önümüzdeki maçlara bakalım" dedim, gaza geldi denyolar ahah. lan madem oynayamıyorum, teknik direktör gibi takılayım da eğlence çıksın dedim, ama göreceksiniz bunlara gaz falan veriyorum, taktik veriyorum falan üff.

bir yandan da hastayım ama eğleniyorum kerataların yanında, bunlara üçer beşer takıyorlar ama umurumda değil tabi ben işin dalgasındayım. bunlar yenilince üzülüyorlar, benim de içimi karartmasınlar diye hemen taşşağa vuruyorum muhabbeti, yüzler gülüyor. açıkçası orada ne aradığımı ben de tam bilmiyorum ama muhabbet oldu işte ama akşama doğru ses mes kalmadı gripten zaten, sikerim dedim ben gidiyom diyip bastım gaza gittim. duydum ki ben gittikten sonra arkamdan "ne süfer herif la" demişler, hasta yatağında duracağına bizimle takıldı falan demişler.

"size koyayım bana bir şey olmasın" dedim içimden. taşşak muhabbetine geldim adamlar bana sakat sakat uefa finalinde oynayan bülent korkmaz muamelesi yapmaya başlamışlar. ee minnet dediğin böyle olmalı tabi.

bir mühendisin en mutlu olduğu an

projesinde sağlam bir ilerleme kaydettiği, bir problemi başarıyla çözdüğü andır.

ben kod yazarken mesela, takılıp kaldığım bir şeyi halledince sevinçten oynamaya başlıyorum, gerdan falan kırıyorum, babam gelip alnıma para yapıştırdı geçen gün o derece yani.

sanatçıya saygı duyma zorunluluğu

öncelikle, hayranlık mağlup olmuş kıskançlıktır demiş peyami safa, bunu belirtelim.

saygı nedir, neden duyulur konusu hakkında diyebileceklerimiz basit. insan, kendisinden güçlü, büyük, yetenekli ve benzeri insanlara saygı duyar. annemize, babamıza, öğretmenimize, patronumuza, yaşça büyük insanlara isteyerek veya istemeyerek saygı duyarız. misal, bizi okuttuğu, büyüttüğü için babamıza kendimizi ister istemez borçlu hisederiz ve saygı duyarız, toplumsal kurallar zaten saygıyı bu noktada zorunlu kılmıştır. bu toplumsal kurallar, otobüsteki yaşlı insanlara da saygı duymamızı zorunlu kılar, onların bizim üzerimizde hiç bir emeği olmamasına rağmen onlara yapılacak bir saygısızlık hoş karşılanmayacaktır. patronumuz bize maaş verdiği için ondan korkarız ve saygısızlık yapmaktan kaçınırız, çünkü biliyoruz ki onun bizi kovabilme gibi bir gücü var.

bizimle muadil sayılabilecek bir insanı ele alalım. ben hala baba parasıyla yaşayan biriyken benimle yaşıt birisi çalışmak zorunda kalmış ve gocunmadan ailesinin geçimini sağlıyor. saygıyı hak ediyor mu? bencilce davranmaması, fedakar oluşu vs. erdem sayılan nitelikleri yüzünden, diğer insanlarca saygıya layık görülür. insanlar, bu erdemleri saygı duyulacak üst meziyetler olarak kabul etmiştir. yani, bu insan, benden bu meziyetleri sayesinde üstün sayılmaktadır. belki şartlar öyle gerektirmeseydi, benim gibi baba parası yiyen umursamaz vurdumduymaz bir şahıs olacak bu insan, edinmiş olduğu erdemleri sayesinde toplum için değerli bir şahıstır. kimse doğuştan erdemli değildir ama erdemler nasıl kazanılır ya da çevresel faktörlerce bünyeye aşılanır, bu apayrı bir mevzu.

doğuştan saygıyı hak eden insanlar sanatçılar, dahiler gibi insanlardır. bu insanlarda, bizde olmayan ve sonradan da edinilemeyecek nitelikler mevcut olup, bu kişiler diğer insanlarda ne kadar hayranlık uyandırabiliyorlarsa o kadar saygı görürler. bu hayranlık ve hitap etme olayı, kişiden kişiye değişmektedir, şöyle ki; anneanneme televizyonda stephen hawking i gösterip de "bak adam hasta, sakat ama koskoca bilimadamı olmuş" dediğimde anneannem ağlamaya başlayabiliyor. çünkü, stephen hawking onun gözünde, dezavantajlı olduğu halde azmi sayesinde bir yerlere gelebilmiş bir insandır, anneannem ona azminden dolayı saygı duymaktadır. ama benim gözümde o bir dahidir. dehası ile, insanlığa, bilime ne kadar hizmet etmişse o kadar saygıyı hak etmektedir.

adolf hitler, insanlık tarihinin yüz karası olsa bile, kurduğu sistemi işletişi ile, savaş planları ile, yani üstün zekası ile hayranlık uyandırır. ben bir yahudi olsaydım, atalarımdan onlarcasını katleden bu adama herhangi bir hayranlık ya da saygı duymam söz konusu olamazdı. bu noktada, benim saygı duymamı engelleyecek faktörler mevcut olacaktı, erdemli bir insan olmadığı ve insanlığa, insanlara zarar vermesinden dolayı ondan sadece nefret edecektim. üçüncü bir kişi gözü ile baktığımda ise, tiksinti uyandıran karakterinin gölgesinde bir deha pırıltısını seçebiliyorum.

sanatçılar, günümüzde, eski zamanlardan çok daha fazla göz önünde bulunmaktadırlar. medya sayesinde sadece sanatları ile değil de yaşantıları ile de biliniyorlar. insanlar, onları yaşantıları ile yargılayabiliyorlar. anneannem, bülent ersoyu sevmez, çünkü o toplumca zor kabul görecek bir insandı ve sonrasında da cinsiyetini değiştirdi. anneannem bunu hoş görmemektedir. bülent ersoy dünyanın en iyi şarkısını yapıp söylese gene anneannemden takdir alamayacaktır.

sanatçının topluma örnek olması konusu aslında saçmadır. toplum, örnek gösterip "buna benzeyin, toplumdan saygı sevgi görün" insanları sever. toplum gözünde saygı kazanmayı umursamayan insanlar, istenen erdemli davranışları uygulamak için kendilerini kasmazlar. gerçi onlar da, günümüzde var olan özgürlükçü insanların gözünde itibar kazanmaktadır. misal, evlilik dışı çocuk sahibi olan bir kadın, eskilerin gözünde orospu damgası yiyorken, yenilerde "helal olsun, cesur, özgür kadın" diye hayranlık uyandırabilmektedir.

sanatçı; sanat dallarından birisi ile uğraşan insandır. zeki müren de, ajdar anık da sanatçıdır bu bağlamda. ancak ajdar anık, halka hitap edemediği için saygı görmemektedir. çünkü müzik yeteneği yoktur. yani saygıyı, yetenek doğurmaktadır. ahmet kaya sanatıyla saygı görmektedir, ancak sanatının yanında ideolojik nedenlerle bazı kesimlerde nefret uyandırmaktadır. kişiyi ya sanatçı, ya da insan olarak ele almak gerekir. insan olarak ele aldığımızda her şeyiyle tartmak gerekirken, sanatçı olarak baktığımızda sadece resmiyle, müziğiyle, oyunculuğuyla, kalemiyle vs değerlendirmeliyiz.

toplum sanatçıları sever, çünkü bu sanatçılar halk için sanat yapmaktadırlar. toplum, sanatı için değerlendirirken onu aslında birey olarak algılamamaktadır, sanatçı bu noktada toplumun üzerinde bir yerlerdedir, deniz seki kokain kullansa bile toplum için kokain kullanan sıradan birinden farklı olmaktadır. franz kafka hayatta iken toplum tarafından fark dahi edilmemiş iken, ölümünden sonra eserlerinin insanlığa sunulması ile saygı duyulan büyük yazarlar sınıfına girmiştir. toplumun saygı duymasındaki kıstas olan hitap olayı, bu büyük edebiyatçının, eserlerinin yayınlanmayıp da yakılması halinde yok olup unutulmasına sebep olacaktı. sanatçı, sanat yaptığı kadar değil de sanatı halka sunabildiği kadar sanatçı olup saygı görmektedir.

günümüzün sanatında, halka, özellikle de genç kesime kolaylıkla inebilme kolaylığı sayesinde, gerçek sanatçı denebilecek insanlar gölgede kalabilirken sanatsal yeteneği olmayan ancak sadece hitap etme ve cazip gelme yüzünden abuk sabuk diyebileceğim insanlar sanatçı kimliği taşımaktadır. en kolay icra edilen müzik türü olan pop müzikte, onlarca şarkıcı varken, türk halkına hitap etmeyen metal, caz vs müzik türleri için bunu söyleyemeyiz. sabah programlarında sahte sarışın şarkıcılar ekranları şenlendirebiliyorken, kazancı bedih sobadan zehirlenebilmekte, yavuz çetin intihar edebilmektedir.

şimdi düşünelim, müziğini sevmediğim bu popçu kardeşlerimizin haksız saygı gördüklerini düşünmem, onların bana hitap edemiyor oluşundandır. yani bir seda sayan, milyonlarca ev hanımı tarafından sevilmekteyken, benim sokakta görsem ilgimi çekmeyecek biri oluşu sadece sanatını sevmediğimdendir. sanatını sevmediğimiz sanatçılara saygı duyma zorunluluğumuz yoktur. saniyede zilyon tane nota basabilen bir rock gitaristi, ev hanımlarınca saygı göreceğini düşünmemelidir. barış akarsu temiz kibar bir çocuk olduğu ve trafik kazasıyla ölümü pek çok insanca haksız bir ölüm olduğu düşünüldüğü için saygı görmüştür. overdosedan giden jim morrisonun türkiyede ölümüyle saygı uyandırmış olduğunu düşünmüyorum. ama müziği ile bir kesim için tanrıdır. bir popçu bir kesimce popüler sanatçı ilan edildiği vakit tüm türkiye tarafından sevildiğini sanmamalıdır. bir sezen aksu, fikret kızılok gibi kalıcı ve güçlü saygı görebilmen için öncelikle pek çok kişiye hitap edebilmen gereklidir ve iki kıytırık şarkınla bu imkansızdır. türkiyede bir kaç popüler olmuş tiyatro oyuncusu dışında saygı gören olmamasının sebebi, türk halkının tiyatrodan uzak olmasıdır. popüler olan tiyatrocular da dizilerde oynamasa varlıklarından bihaber olacaktık muhtemelen.

insan kendini düşünür, ve haklıdır. örnek bu ya, gece sokakta cem yılmazı bir kaç kişi kıstırmış dövüyor olsun, hemen gidip kurtarmaya çalışırım. çünkü, bu adamın komedyen olduğunu, beni güldürdüğünü düşünürüm, bu insanlar cem yılmazı değil de herhangi birini dövüyor olsaydı müdahale edeceğimi sanmıyorum. ama benim aldığım zevke, beni güldüren esprilere, bana hitap eden kişiye zarar gelmesini istemem, cem yılmaza dalanların ağzını kırar sonra da "siktirin gidin bir daha görmeyim sizi buralarda" derim. sonra cem yılmazı bir çorbacıya götürürüm, "bir şeyin var mı abi" derim. beklerim iki espri yapsın da beni güldürsün. öyle işte. bana antrikotlar paketleyen şen kasabı dövdüklerini görsem ona da müdahale etmek isterim. bana tekrar antrikotlar paketleyebilsin diye. ama hitapları farklıdır, ben antrikotu başka kasaptan da alırım ama cem yılmaz giderse muadilinin olmadığını düşünürüm. kafamda kurduğum bu değer tartısına bakarım ve şen kasabı dövüyorlarsa ve kalabalıklarsa belki de karışmam sadece polisi ararım. ama cem yılmazı dövüyorlarsa gaza gelir adamların anasını skerim, o derece severim çünkü kendisini.

toplumda saygı da katlanarak artar. mahallede "şen kasabı dövüyorlar, yetişin" diye bağırsam on kişi koşsa, "cem yılmazı dövüyorlar" diye bağırsam gene on kişi koşar. ama türkiyenin başka her hangi bir yerinde şen kasap, önlüğüyle satırıyla gezerken bir saygı görmez. cem yılmazın çevresi kuşatılır, yürüyemez adam, topluma mal olma, muteberlik budur.

devlet bir ara, saygıyı en çok hak eden sanatçıları, yani topluma mal olmuş sanatçıları "devlet sanatçısı" ünvanıyla ödüllendirmişti. bir otoritenin gözüyle, gerçek sanatçı ile sıradan sanatçı arasındaki fark ortaya konmuştu. belki demek istediklerim daha iyi anlaşılmıştır. topluma en çok hitap etmiş sanatçılar devlet tarafından bile saygı görmektedir. toplum anlayışı içinde, yaşlı insanlar gibi sanatçılar da saygı görmesi istenen insanlar arasına sokulmaktadır. bu kötü bir şey değildir. nejat uygurun esprilerini sevmeyebilirsiniz ama tiyatro sanatına harcadığı senelerle, emekle bu insan toplum kuralları içinde saygıyı hak eden bir insandır.

bugün polat alemdarı canlandıran oyuncu, boktan oyunculuğuyla bir filminin galasında babalar gibi itibar görürken, kurtlar vadisinde öldürülen insan sayısı kadar oyunda oynamış gazanfer özcan hayvani bir borç ile vefat ediyorsa, "sokayım bu ülkenin sanat anlayışına" demek de en temel hakkımızdır. her insan için olması gereken diye bir tanım vardır, bence olması gereken bu değil.