13 Ekim 2010 Çarşamba

mezun olduğu üniversiteyi özlemeyen insan

< "4 senemi gecirdigim canim okulum" triplerindeki insanlarin zitti olan insan evladidir. > diye başlıyor mezun olduğu liseyi özlemeyen insan başlığındaki ilk entry.

üniversite liseden farklıdır. üniversite öğrencisi, lise öğrencisinden çok farklıdır. lisesini seven birisi için, lise hayatında çok önemli yer tutar. henüz tam bir birey olamamışken, hayatını etkileyen, saatlerini günlerini geçirdiğin bu yere stockholm sendromundakine benzer bir bağlılık duymamak zordur. dünyan evin ve okulundan ibaret sayıldığından, genelde ya büyük bir sevgi ya da büyük bir nefret beslenir bu kuruma.

üniversiteye gitmeden önce, bundan sonra hayatında olacak değişiklikler, yeni çevren, özgürlük vs üzerine hayaller kurulur. lisesini çok seven insanlar bile bu tür bir değişime girmekten heyecan duyar.

üniversiteye girdikten sonra, pek çok kimse lisesini özler, arkadaşlarını özler, kaç yılını verdiği bir çevreden sonra yeni bir çevre oluşturabilme ve adaptasyondaki zorluklar, liseye duyduğu özlem olarak geri dönebilir.

bu insan bir gün üniversitesinden de mezun olur. peki üniversitesini özler mi?

lisesini özlemeyen insan sayısına göre üniversitesini özlemeyen insan sayısı tahminimce çok daha fazladır. onsekiz yaşını bitiren bir birey, hayatının ev ve okulundan ibaret olmadığını fark etmiştir. bu sebeple üniversiteye lisesi kadar bağlanmaz. lisedeki öğretmen öğrenci ilişkisi hemen hemen tüm üniversitelerde başka bir boyuttadır, profesörünü annesi-babasının yerine koyabilecek pek kimse yoktur herhalde. yüz kişilik anfilerde derse girip çıkan bir birey "biz 10-cyiz, adamı sikeriz olm" diye bir mottoya bürünmez. zira sınıfta samimi olabileceği kişi sayısı, sınıfı sahiplenmesine yetecek kadar değildir. kendi tayfasıyla takılır, gerisini boşverir. lisedeki gibi derslere zorunlu katılım: başkasına imza attırma vs teknikler var, sınıfta sürekli aynı kişinin yanında oturma ya da dersi takip etme zorunluluğu olmadığından, lisedeki gibi kaçınılmaz bir bağ kurma söz konusu değildir.

üniversite hayatı özlenebilir, lise denen devlet dairesinden sonra üniversitede özgür olduğunu hisseden, üniversite özgürlüğünden sonra işe girip şaftı kayanlar üniversitedeki hayatlarını özleyebilirler. benim kastettiğim, bir okul olarak üniversiteyi özlemeyen insandır.

üniversiteyi özlemeyen insan, üniversitesine bağlılık duymamasının yanında, üniversitesinden memnun olmaya da bilir. şöyle ki;
-üniversitedeki öğrencilerin genel profili kendi karakteriyle uyumsuz olabilir. örneğin x özel üniversitesine burslu giden sıradan bir genç, kendisinin onlar gibi spor araba merakının olmadığını, tüm kızların tikky olduğunu vs fark ettiğinde üniversitesinden nefret edebilir.

-istemediği bir bölümü seçenler ya da seçtikleri bölüm için "yanlış bölüm seçmişim ben, ben aslında x olmalıydım" diyenler üniversitelerini sevmezler. bu kimseler okumaktan zevk almazlar, okularını bırakabilirler ya da zorlaya zorlaya mezun olup ileride "benim hayatımı üniversite sikti attı" diyerek nefretlerini sunarlar.

-üniversitede derslerin çok zor olduğunu düşünüp okuldan soğuyabilirler. mesela bir kişi hep tıp okumak istemiştir. sonra tıbbı kazanır ama derslerin zorluğundan kafayı yer, okuldan nefret eder. derslerden kalabilir, sınıf tekrarı yapabilir bu da üniversitesine duyduğu nefreti arttıracaktır.

-üniversitedeki eğitimden memnun olmayan insanlar, ezberci eğitim, yeterli bilginin verilmemesi, hocaların ilgisizliği ya da karaktersizliğinden vs dolayı da okullarını sevmeyebilir. "okul bana bir şey vermedi" der, mezun olunca kendini geliştirir.

-üniversite imkanları yetersizse de okul sevilmeyebilir. lablarda kırık dökük aletleri görünce, sosyal etkinlikler olmayınca, şenliklerden memnun kalınmazsa da üniversite için iyi şeyler düşünülmez.

bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı, bu insanlar mezun oldukları zaman üniversitelerini anarken " keşke o eski günlere dönebilsek" demezler. üniversitelerini özleme nedeni bulamazlar, zaten bir kaç sevilen arkadaşla istediği zaman iletişim kurabiliyorsa, üniversite bir süre sonra "yaşandı ve bitti" denilerek anılmayacaktır bile.

sevgilisine göre şekil değiştiren insan

kendimizi kandırmamıza gerek yok. "ben sevgilime göre hiç şekil değiştirmedim" diyen insan yalancıdır. size yalancı dediğim için bana kızabilirsiniz, "canınız sağolsun" diyor örnekli anlatıma geçiyorum.

sevgili arayan insan: sevgili arayan insan yani sen, ben, sokaktaki adam, siz sayın hakim, birilerini etkileyebilmek için trendleri inceler ve buna göre kendini değiştirir.
ör: kitaplardan kafasını kaldırmayan birinin, sosyalleşme adına barlara gitmesi. burada şahsımız, potansiyel sevgililerin barlara gittiğini düşünüp kendisi de barlara gitmeye başlamıştır. tersi bir durum da olabilir, ortamcı birisi, entellektüelitenin prim yapacağını düşünüyorsa eline kitap, gazete vs alıp okuyacak, karakterinden ödün verecektir. "kitap sever insanlar barlara da gidebilir" diye hemen karşı çıkmayın, örnekte bu durumun göz ardı edildiğini pek ala siz de anlayabiliyorsunuz.

birine yazan insan: birine yazma sürecinde, karşı tarafı etkileyebilmek için kişi onun hoşlanmakta olduğu şeylere yönelecektir.
ör: yazdığınız kişi metal müzik dinliyorsa, illa ki sağdan soldan metal müzik hakkında, metal müzik icracısı sanatkarlar hakkında bilgi edinmeye, gerektiğinde karşı tarafla iki çift laf edebilecek seviyeye gelmeye çalışacaktır.

sevgili sahibi olduktan sonra: sevgililik müessesesinde, kişileri birebir olarak kafamızdaki insan olduğu için seçmeyiz. böyle mükemmel sevgili diye bir şey olması imkansızdır zaten. onun yerine, kafamızdakine yakın özelliklere sahipse sevgili olarak seçeriz. ilişki süresince, birbirlerini ne kadar tanımamışlarsa, karşı tarafa o kadar ip ucu sunarlar ve diğer şahsın tepkisini beklerler. karşılıklı uyum da zaten bu tepkilere göre şekillenir.
ör: futbol manyağı bir adam, sevgilisi olan hanım da futboldan hazzetmez. sevgililiğin ilk dönemlerinde futbol bahsi pek geçmeyebilir. ama zamanla erkek futbol sevgisini, sevgilisi de futbola karşı hoşnutsuzluğunu yavaş yavaş belli edecektir. bundan sonra, erkek kızı memnun etmek için futbol sevgisinden ödün verebilir, kız futboldan hoşlanıyormuş gibi görünebilir. ilişkinin seyri, karşılıklı ödünlere, yapılan tercihlere bağlıdır. bunlar da hoşgörüye, güç kavgalarına, rol kabiliyetine vs bağlıdır elbette.

sevgilisine göre şekil değiştiren insanın birincil amacı karşı tarafı etkilemektir. bir insan için birisinin ilgisini çekmek, onun ilgi duyacağı bir alana girmekle olabilir. mesela, birisi futbola, elektronik müziğe ve bonzai yetiştirmeye ilgi duyuyorsa, en az birisi ile ilgileniyor olmanız durumunda onun ilgisini çekebilirsiniz. (bu örnekte de boy, pos, kalça, bacak gibi fiziki ilgi alanlarını es geçtiğimi fark etmişsinizdir.) eğer ki kişi futboldan hoşlanmıyor, ama sırf ilgi çekmek için futbol ile ilgileniyormuş gibi gözüküyorsa bu sahtekarlıktır.

bir hikaye vardır, hani bir kız ile bir oğlan ilk kez buluşmuşlar, kahve içeceklermiş. oğlan heyecandan şeker yerine tuz atmış kahvesine, sonra da "ben okyanus kıyısında büyüdüm, tuz tadını çok severim bana çocukluğumu hatırlatır" demiş. kız çok etkilenmiş bu ilginç olaydan, sonsuza kadar mutlu yaşamışlar, kız eşine hep tuzlu kahve yapmış da eleman ölmeden önce mektup yazmış "tuzlu kahvenin tadı bok gibiydi ama seni başka türlü elde edemezdim" diye. hikaye çok şirin görünebilir ama bir yalan üzerine devam etmek bana komik geliyor. yani, bir kız gelse, "ben de star wars hastasıyım" dese, yıllarca üçlemeleri tekrar tekrar seyretsek, sonra da "star wars götüm gibi" dese, kendimi aldatılmış hissederim. bu yüzdendir ki sevgilisine göre şekil değiştiren insanlar karaktersiz diye nitelendiriliyor.

ancak, bu insan doğasında olan bir şeydir. önemli olanın karşıdakini elde etmek olduğunu düşünen herkes, kendinden bir parça ödün verecektir. bebek sesi çıkaran kızlardan pek çok insan nefret etse de, kimse sevgilisini "cancişom bulyuşalym mıy" dediği için terk etmiyor. rock müzikten nefret eden insanlar karı kaldırma umuduyla rock barlara dolup judas priest dinleyip headbang yapıyor. istenmediği halde beraber romantik komediler seyrediliyor, tutulmayan takımların maçlarına gidiliyor. bunun ötesinde, yalandan kişilikler sunuluyor, hoşgörülü, cool, maceraperest, duygusal, aklınıza ne gelirse o türden kimliklere bürünülüyor. komik değil, hoş değil bunlar. ama yapıyoruz, illa ki yapıyoruz çünkü bir noktaya kadar kendimize hakimiz. kötü bir şakaya gülmek bile sahtekarlıktır aslında, ama maksat muhabbet olsun değil mi.

bu zararlı bir şey mi, buna bakalım. mesela ben sadece ama sadece türk pop müziği dinleyen biri olsam, sevgilim de klasik müzik hastası olsa. beni rahmaninofla, schubertle tanıştırsa, ben de çok memnun olsam. gayet güzel bir şey. ama ben klasik müzik dinleyip de hiç beğenmezsem, ama "aşkım, bitmeyen senfoni gerçekten çok güzelmiş" diye yalan söylesem bu zararlıdır. karşımdakine yalandan bir dünya sunmaktayım. hasta fenerli olsam, sevgilim benimle maçlara gelse mutlu olurum, bir şeyler paylaştığımızı, aynı hisleri taşıdığımızı düşünürüm. ama maç sevmeyip de öyle gözükmeye çalıştığını, "en büyük fener" diye bağırırken aslında "ne yapıyorum ben burada amına koyım" diye içinden söylendiğini anlarsam içimde bir şey kırılır, unufak olur, bir şeyler kirlenir. maç sevmiyorsa bırakır, ben maçıma giderim, dönünce gene koynuna girerim, bunda bir sorun yoktur.

birini sevdiğimizde ona yeni şeyler sunmak isteriz. ben hayranı olduğum bir yazarı ona överim, hatta kitaplarını hediye ederim. sevdiğim müziklerden cd oluşturur veririm. sevdiğim bir yönetmenin son filmine götürürüm. öznel olmasını isterim, kendi fikrini üretebilmesini beklerim. beraber tartışmak, beğendiği-beğenmediği yönlerini ondan duymak isterim. "çok güzel film" diye rol keserse atarsa anlarım zaten, bir daha sinemaya gideceğimiz zaman içimi bir sıkıntı kaplar. "acaba karşımdaki insan bana ne kadar rol yaptı" diye kafa yorarım.

kafasında belli kurallar oluşturmuş insan karakterli insandır. deneyip, beğenmeyip oluşturduğum "puzzle yapmak çok saçma" diye bir kuralım varsa, sevgilimle beraber puzzle yapmak özbenliğime saygısızlık olur. ama daha önce hiç denemeyip de yeni öğrendiğim bir şey hoşuma gitmişse bu zaten şekil değiştirmek değildir, kendine yeni bir şeyler katmaktır, yanlış anlaşılmaya da çok müsaittir.

ne kendimizi ne de karşımızdakini kandıralım.

henüz kendi parasını kazanmamış insan bakirliği

başlık "henüz kendi parasını kazanmamış insan bakirliği ve hayata atılma yalanı" olabilse daha güzel olurdu.
...

"anneee, para versene tombi alacam"

çocuk dediğin böyle olur, para ister tombi alır sonra içinden çıkan tasosuyla falan oynar. para ister dondurma alır, bilye alır, kitap alır. para istemez bazen de, ayakkabı ister babası alır, oyuncak ister dedesi alır falan. "hayat bu amına koyım" cümlesi bu durum için kullanılabilir. ne güzel değil mi hafız, gelsin harçlıklar, gelsin gofretler falan.

bazı çocuklar çalışmak zorunda kalır. sokakta gördüğümüz selpak satan çocuklar çocuk mudur diğerleri kadar sizce? vitrindeki bir oyuncağa hayranlıkla bakarken bir anda aklına evine para götürmesi gerektiği gelen, ondan sonra bakışlarını oradan istemeye istemeye ayırıp da yineden "boyayalım mı abi" diye sokakları turlayan bir çocuk tam bir çocuk değildir.

bu çocuk para kazanmak zorunda olmasa bile, sadece okulları tatil olduğu zamanlar, biraz harçlık çıkartabilmek için bir yerde çıraklık yapsa dahi durum budur, o çocuk para kazanmaya başlamıştır artık, diğer çocuklar hayalgüçleriyle süslenmiş dünyalarında yaşarken o çocuk biraz daha gerçekliğe adım atmıştır ve artık tam olarak geri dönemeyecektir. "nasıl daha fazla para kazanırım" mantalitesi ucundan da olsa ele geçirdiği için bu çocuğu, diğer çocuklardan farklı düşünecektir artık, onun dünyasında biraz daha fazla hırs vardır, cinlik vardır, az emek çok kazanç sorgulamaları vardır, var oğlu vardır.

çocukları geçelim, üniversiteye gelelim. hayata atılmak diye bir sik var. sike sike atılacağımız bu hayattan kaçmaya uğraşacağımıza yeni gelin gibi kucağına atlıyoruz hayatın.

öğrencilik başka- öğrenci evi başka, faturalar başka, kira başka, harç başka, sevgiliyle yenecek para başka. memleketinde okumayıp da para idare etmesi gereken her birey biraz hayata atılmıştır elbette ama kendi parasını kazanan öğrencilerin durumu biraz daha şey... kafelerde çalışıyor bazıları, harçlıklarını çıkarıyorlar. kimisi kafede mafede değil de bölümüyle alakalı bir yerde işe başlıyor ufaktan ufaktan, o da güzel.

para idare etmek zor, hele kendi paransa daha zor. giderini gelirine göre düzenliyorsan çok daha zor. işten çıkarılıyorsun, hooop, gelecek paraya güvenerek yaptığın harcamanın kredi kartı taksitleri götüne giriyor. hooop, yurttan çıkıp da tuttuğunuz evden atılıyorsunuz kirayı geciktirince. onu da geçtim, kendine ayıracağın vakit azalıyor, millet çay kahve içmeye çıkarken sen o çayı getiren eleman oluyorsun. o yaşta, haftasonu gelse de iş olmasa, dinlensem mantığı olur mu? oluyor.

üniversite bitince, iş arıyorsun, buluyorsun. düzenli hayata geçiyorsun, erken kalkıyor, takım elbise giyip kahvaltıda kahve içiyorsun. 2 gün çalışayım 5 gün yatayım türü işler mevcut olmadığı için 5 gün çalışıyorsun, cumartesiler çalışıyorsun, bazen eve iş getiriyorsun. "ne güzeldi eskiden" diyorsun, sana birileri para verirdi ve sen o parayı harcardın, vaktin boldu ve mutluydun. para kazandığın için sana harçlık verilmez artık, anneannen deden bile vermez hatta.

artık bir şeyi elde etmek için onu hak etmek zorunda olduğunu idrak ediyorsun. daha fazlasını da istiyorsun. işten çıkarılmamak için patronuna sırıtıyorsun, sikinde olmayan insanları memnun etmeye çalışıyorsun. seçim şansın yok zira. artık kendi kiranı kendin veriyor, kendi paranla paran kadar alışveriş yapabiliyorsun. işten ayrılırsan hayatta kalmak için başka iş bulmak zorundasın, kovulmaktan, geçinememekten korkuyorsun.

falan feşmekan.

baba parası yiyip evde evcil bir hayvan gibi yaşamak bana daha güzel geliyor. henüz emek harcayıp kuruş kazanmışlığım olmadığından çalışmak zor geliyor. okul bitmesin diye lastik gibi çeke çeke uzattım ama o da kopmak üzere artık. yarın bir gün ben de modern bir zombiye dönüşeceğim. götüm sikilmeden evvel, bugüne kadar yaşadığım güzel huzurlu günlerin hatrına bu yazıyı yazayım dedim.

insanın kendi parasını kazanması ne kadar onurlu bir şey ise, kendi parasını kazanmadan yaşayabilmesi de o kadar tatlı bir şeydir. bir kere kendi paranı kazandın mı bir şeyler eskidi gibi olmayacakmış gibime geliyor. "harçlığım bitti" cümlesi yerine "param yok" demek daha zor. öyle. bitti.

ccc aylak adam ccc

çok boş adam

benim büyük dayımdır bu adam.

levent kırca sözlükte yazar olsaydı, "vurunca tangır tungur ses çıkartır, o kadar boş adam yani" diye esprisini yapardı, ama allahtan yazar değil.

ilkokul mezunudur benim büyük dayım. günümüzde yaşı elli küsuru bulmuştur.

ailesinin ilk çocuğudur. okumamıştır, imkanlar dahilinde şımarık büyümüştür. çok yaramazmış, anneannemden çok sopa yermiş ufakken. annemin harçlığını çalmış yıllarca, "anneme söylersen harçlığını aldığımı, ben de seni müdüre söylerim" diye tehdit edermiş. annemin aklı erince bu yöntemi küçük dayım üzerinde uygulamaya başlamış.

ilkokuldan sonra okumamış. dedemin ayakkabı atölyesinde çalışmaya başlamış. anneannem, "serseri arkadaşlarıyla takılmasa belki okurdu" diyor.

askere gitmiş gelmiş. çenesi çalışan bir adam olduğu için herkes tarafında sevilirmiş. anneannemin abisi, yani büyük babam en çok bu yeğenini severmiş, neyini severmiş bilemiyorum.

otuz küsurunda evlenmiş. sözlendiği, hatta nişanlandığı bazı kızları bırakıp gitmiş. nedeni yok sanırım, canı istememiş, sözlendikten falan sonra "napıyorum, kim bu kız ya" demiştir belki de. sonunda birini bulmuşlar işte, evlendirmişler.

oldum olası kovboy filmlerini sever büyük dayım. kocaman bir bedenin içinde büyümemiş bir çocuğun ruhu gizlidir. bedeni çok büyüktür, çünkü evliliği mutsuzdur, sürekli yengemle kavga eder. mutsuzluğunu gırtlağına vurmuştur, kendimi bildim bileli ne bulsa nefes almadan yer, bir tabak daha ister onu da yer. belki de yemek yerken hiçbir şey düşünmemektedir, hayattan kaçışı yemek yediği anlarda bulmaktadır. daha hızlı kaçmak için daha hızlı yemektedir.

en sonunda kalp krizi geçirdi. anjiyo falan oldu ama çok korkuyor doktorlardan. şeker hastasısın dediler bir de üstüne, hayattan kaçabildiği dakika sayısını minimuma indirdiler. sigara yasakmış, içmedi aylarca ama dayanamadı. ölüm korkusu azaldıkça yavaş yavaş yine sigaraya başladı, yine abur cubur yemeye başladı. iki kilo üzümü televizyon izlerken yutardı eskiden, şimdi daha az yiyor, "yeme!" diyor karısı ama kavga ederek diyor, sadece ağzına sıçmak için diyor belki de.

bir kızları oldu. kız aynı annesiyle babası gibi, okumayacak, mümkünatı yok. sanat lisesine sokmaya çalıştılar, hayatında resim yapmamış bu kızı güzel sanatlara sokmak için sayısız torpil koydular araya. olmadı, çizim mülakatlarında siktiri çektiler haliyle. kızın da okumada gözü yok zaten, şimdi lisede, çakıyor arada, hoca falan tutmaya çalıştılar, umurunda değil kızın.

dayım diyordum, sigara içer, kahveye iner kahve içer, nargile içer. balkona çıkar saatlerce bakınır aşağılara, sahile iner bakınır, çarşıya iner bakınır. çok dalgacıdır, anneannemden tut cumhurbaşkanına kadar herkesle taşak geçer. "sen bizi güldürdün, allah da seni güldürsün" sözünü çok işitmiş hayatı boyunca, ama allah güldürmemiş onu. hobisi yok, kitap gazete okumaz, sinemaya gitmez. dedemden kalan işler yürümedi, şu anda bağkur emeklisi, maaşı var en azından. başka ne isteyebilir ki insan.

hobisi yok dedim ama gezmeyi sever. cebinde para yoktur ama ailesiyle bir yerlere gezmeye giderler, sonra küçük dayımdan borç istemeye gelir. ailecek tüketmeye hasrettirler, paraları olsa da olmasa da en gereksiz şeyleri alırlar. dayım belki karısının bileziklerini sattırabilse neler alacak ama yengem cin tabi, "kendin bul para!" diyor dayıma. sonra kızıyla kendisine elbise alıyorlar. dayım kahveye gidiyor, sigara içiyor, çay içiyor.

çok boş adamdır benim büyük dayım. hayat tuhat geliyor bazen.

elektrikli scooter

sağdan soldan vızır vızır geçen giden elektrikli aletlerdir. yeni türediler, sokaklarda yayalardan daha fazla sayıdalar şu anda ve her geçen dakika sayıları artıyor.müzmin bir yaya olarak; normal motosikletlerden tek güzel yanlarının ses çıkarmamaları olduğunu düşünüyorum. ama bu da olumsuz sonuçlara yol açıyor haliyle, sessiz ve ölümcüller, ne zaman nereden çıkacakları belli olmuyor, her an arkanızdan fırlayıverecekmiş korkusuyla yürümekten başka çareniz yok.

türkiyede bu kadar tutmasına akıl erdiremiyorum. türk genci en yenisi yirmi yıllık motosikletten şaşmazmış gibime geliyordu çünkü. beşyüz metre öteden motor sesini duyup da kaçışan yayaların vereceği hazdan vazgeçmeleri demek, devrimin sokaklardan başlamasının bir işareti olabilir. o patpatpatpatpaaaat diye bağıran pancar motorun huzur siken sesiyle sokaklarda fink atan gencolar, bu aletlere nasıl dadandı anlamıyorum. o gürültü sana motor değil de ferrari f1-2000 kullanıyormuşsun hissi verir, bağrı açık gömlek daha bir coşkuyla dalgalanır rüzgarda. sessizlik içinde sipariş yetiştiren kebapçı çırakları, damacana taşıyan sucu abiler beni hüzünlendiriyor.

anne klişeleri

kapıya yaklaştığınız anda;

-nereye gidiyorsun?

işte o anda ergen isyanı devreye girer.

-evden dışarı çıkıyorum anne, evden dışarı çıktıktan sonra nereye gittiğim bilgisi senin hiçbir işine yaramayacak, netice itibari ile senden uzakta olacağım. yalan da söyleyebilirim a ya gidiyorum diyebilir sonra b ye gidiyor olabilirim, bana güvenemezsin. eğer gerçekten nereye gittiğimi öğrenmek istiyorsan bunu yüzde yüz kesin olarak beni takip ederek bulabilirsin, tabi ben bunu fark etmezsem ve seni şaşırtmazsam. bu arada nereye gittiğim bilgisinin senin için gerekli olduğunu da bana ispatlamadan bu soruyu sorarsan cevap alamayacağını bilmen gerekiyor...

ergenlik dönemi bittikten sonra ise "astral aleme gidiyorum", "bar fedaisi oldum mesaiye gidiyorum", "evi terk ediyorum, elveda", "dağa çıkıyorum eşkıya olacağım" şekillerinde cevaplamaya başladım bu soruyu, artık tek tük soruyor.

vantilatör

mucidinin önünde secde edeceğim dünyanın sekizinci harikası. üflüyor, sürekli üflüyor, yedi yirmidört üflüyor, rüzgar olup tenimi okşuyor. uyuyabilmemi sağlıyor, elektrik falan kesilse ya da birisi vantilatörümü götürse 10 dakikaya kabus görmeye başlıyorum.

eskiden kralların köleleri olurmuş ya hani, tahtın yanında durup sürekli olarak ellerindeki devekuşu tüylerinden yapılmış devasa yelpazeleri sallayarak hükümdarı serinletirlermiş. işte bu vantilatörler modern insana aynen bu şekil kölelik ediyor.

vantilatörümü çok seviyorum, herkes bunu bilsin herkes bunu duysun, köpeğiyim vantilatörümün, kölemin kölesiyim adeta. bir yirmi yıl daha bozulmadan çalışmanı umuyorum canımın içi, şu anda yandan yandan o mis kokan nefesini yüzümü üflüyorsun ve ben senin varlığını hissetmenin huzuruyla burada bunları yazabiliyorum. alternatifsizsin bebeğim, her yerlerini öpüyorum.

ego tatmini

şöyle bir örnek vereyim- bir sözlük yazarıyla mesajlaşmamız;

obezkirpi -> yazar: (#99999999) şundan şundan dolayı hatalı, silseniz iyi olur, entry birazdan ispiyonlanır muhtemelen

yazar -> obezkirpi: hay allah razı olsun ya, gene çaylak olacaktım az daha aq, çok yardımseversiniz teşekkür ederim

obezkirpi -> yazar: yardımsever değilim aslında, sayenizde egomu tatmin ediyorum

yazar -> obezkirpi: nasıl yani :s

obezkirpi -> yazar: yani ben sizden daha dikkatliyim, kuralları sizden daha iyi biliyorum ve sizi uyararak egomu tatmin ediyorum, bunu kendime ispatlamış oluyorum bir bakıma, yoksa çaylak olmanız falan pek umurumda değil, iyi geceler dilerim

yazar -> obezkirpi: hmm neyse yine de teşekkürler, iyi geceler

aşkın anlamını yitirmesi

dünyada, etrafımdaki birey sayısı kadar aşk tarifi vardı. tabi, bir insan olarak algılayabildiğim bu kadardı, etrafımda değil de uzakta yaşayan her bir insanın da kendince aşk tanımı mevcuttu. her insanın aşkta aradığı şeyler tamamen farklı gözükmese de tamamen aynı da değildi. sadakat, güven, tutku, şehvet, şımarıklık, gülerek vakit geçirme, kavuşamama, uzaktan sevme, romantizm vesaire pek çok şeyden her insanın farklı ölçülerde istediği formülleri vardı.

türk insanının internetle imtihanı döneminde yaşanan forward mail çılgınlığı esnasında bir mail dolaşırdı; "...onsuz yapamayacağını düşünüyorsanız... bu aşk değil muhtaçlıktır. hatalarını affediyorsanız... bu aşk değil dostluktur... o mutsuzken sizin de kalbiniz acıyorsa, bu aşktır..." diye tanımlar içeren bir mail yüzünden çok acayip bir nesil bugün sokaklarda geziniyor. "ben sana bu kadar değer veriyorken sen arkadaşlarınla maç izliyorsan...bu aşk değil fanatizmdir", "ben tatildeyken şuleyle sinemaya gittiysen... bu aşk değil... değildir.. ühü ühühü.." diye pek çok insan aşk tanımları yapmaya çalışıyor. bu mailler, msn iletileri, facebook iletileri, ekşi sözlükte "aşk" başlığındaki entryler ve benzeri yerlerde kullanılan her üç noktadan iki tanesi israf oluyor. tüketim toplumu tabi ki bunu umursamayarak bol bol nokta harcıyor, "aşk kaybedeceğini bile bile ateşlere atlamaktır..." cümlesi bu sebeple çok sayıda insanı güldürüyor fakat düşündürmüyor.

toplum dinamikleri ile beraber aşk kavramı da değişim içerisinde. günümüzde "aşk anlamını yitirdi amına koyım, millet bugün bir kızla ertesi gün öbür kızla çıkıyor" diyen insanlar muhtemelen bundan elli sene evvel yoktu. değişimden hoşlanmayan insanlar, anlam yükledikleri şeylerin farklılaşmasından elbette hoşlanmazlar. bu sebeple "aah ah nerede o eski ramazanlar", "hayatında türk sanat müziği dinlememiş insanlar var muhterem", "biz mezun olduktan sonra lise çok bozulmuş hacı" cümlelerini her gün duymaktayız.

aşk da içi boşaltılan kavramlardan biri. elbette ben ve benim gibi düşünen insanlar için. ben sağda solda "aşkitom, akşam bişiler yıpılım mı cınım" diyen insanları fark ettikçe bu düşüncem daha da keskinleşiyor. "kız kısmısını fazla başıboş bırakmayacaksın, birazdan arıyorum, gece 10dan önce annesinin dizinin dibinde olmazsa yarın ağzına sıçarım onun" diyen arkadaşımın bu cümlesinde de aşkın tarafımca anlamını bulamıyorum. ama sorsan ona deliler gibi aşıktır, dediğim gibi kullandığımız ölçüler çok farklı. "manitadan ayrıldım akşam rus çağıralım bilader" diyen adam hala kendince o kıza aşık olabilir, "dün sınıfta göz göze geldik, gülümsedi bana" diyen insan da kendince aşık olabilir. ha, kafamızda canlandırdığımız aşık adam imajina belki bir tanesi uymaz, bir tanesi daha şiirsel gelir, bir tanesine hak veririz ya da bir tanesine "olm ruh hastası mısın sen" deriz. bütün bunlar yüklenen kişisel anlamlar kaynaklıdır.

aşkın anlamını yitirmesine gelelim. düşünün ki biz hayatta tek bir aşk yaşanabileceğine inanan biriyiz, yetiştirildiğimiz dünya bize hep bunu göstermiş, ebevenylerimiz hatta tüm hısım akraba aşk evliliği yapıp sonsuz mutluluğu bulmuşlar. biz de okuduğumuz kitaplardan bu tür aşk hikayelerini cımbızla çekmişiz, hayatının aşkını bulan kahramanların olduğu filmlere tapmışız vesaire. biz bu tür bir anlam yükledikten sonra, kahvedeki vatandaşın "tek çiçekle bahar geçer mi oğlum", "ayşeye aşığım ama fatmaya da aşığım", "sevgilime çok aşıktım ama o gece bardaki o kıza çaktım", "yarın konuşacağım haleyle, o olmazsa jaleye yazmaya başlayacağım", "abi biz beşinci sefer ayrıldık damlayla" , "ben lise boyunca yirmi üç kızla çıktım" (örnek cümlelerin sonu gelmeyecek) demesi ile huysuzlanıyoruz ve repliğimizi sarf ediyoruz: "aşk anlamını yitirmiş artık". aşkın anlamıyla bizim kadar kafa yormayan arkadaşlarımız bize siktiri çekiyor, biz onlara kafamızda canlandırdığımız, bizce olması gereken aşk anlamını onlara aşılayamadığımız, aşılayamayacağımız için de aşkın anlamına daha da sarılıyoruz, bizim gibi düşünmeyen herkesi yanlış olarak kabul ediyoruz.

bundan sonra, "aşk anlamını yitirmiş" diye diye mecnun olup çöllere düşüyoruz. tıpkı yazının başındaki mail gibi "senin esraya duyduğun hisler aşk değildir...hoşlanmadır", "senin ceydaya duyduğun hisler aşk değildir...sadece sikmek istiyorsun" gibi yargılarda bulunuyoruz. kafamızdaki tanıma göre her ilişkimizde anlam arıyoruz, "aşk acı çekmektir", "aşk hep onu istemektir", "aşk bile bile tutsaklıktır" diye siktiriboktan sakız kağtları gibi çevremize ilim irfan saçıyoruz. mesela bir brezilya dizisi izleyip jose fernandezin cecillia ile yaşadıkları aşkı kendisine emsal olarak alan bir kız, her ilişkisinde oradaki gibi fırtınalı, tutkulu, bulup bulup kaybetmeli vs bir aşk arıyor, diğer ilişkiler için "aşkın anlamı bu değilll" diyebiliyor.

yahut, eskiden yaşadığı bir ilişkide saplanıp kalan insanlar, diğer ilişkilerinde de o anlamı aramaya çalışabiliyor. lisede bir kızı çok sevip de diğer ilişkilerinde de o kadar sevemeyeceğini hatta o kadar sevmeye layık bir insan bulamayacağını düşünebiliyor. pek çok insan için, ilk öpüştüğü insan, ilk kez elini tuttuğu insan vesaireden sonra aşk anlamını yitirmektedir, çünkü bir daha kimseyi o kadar çok, o kadar saf, o kadar bilinçsizce sevemeyeceğini düşünüp "biz büyüdük ve kirlendi dünya..." kişisel iletisini yazıp köşesine çekilebiliyor.

vesselam,

aşkın anlamını yitirmesi dediğimiz şey;

hem genel aşk kavramının, kişinin olması gerektiği gibi olmadığını düşünmesidir; ör: sevdiği kızla, ailesini çevresini karşısına alıp dünyaya meydan okuyup da kaçıp yuva kuran bir adamın, başlayıp başlayıp biten ilişkilere bakıp da "aşk anlamını yitirmiş artık" demesi,

hem kişi tarafından aşka yüklenen anlama müsait bir ortamın olmaması, düzenin değişmesidir. ör: ilk sevgilisini unutamayan bir insanın, diğer ilişkilerinde daha evvelden hissettiği tutkuyu, heyecanı hissedemeyip de "benim için aşk anlamını yitirdi" demesidir.

sabaha karşı yağan yaz yağmuru

gün boyunca güneşin yaktığı her yer gece küle dönüşmüştü. doğu yönünde güneşin kızıllıklarının uyanmasına dakikalar kala, iyice serinlemiş hava bir yaz yağmurunu haber veriyordu. nitekim, doğmak üzere olan günü selamlamak için göğe baktığımda, utangaç bir yağmur damlası burnumun ucuna konuvermişti bile. doğa olaylarına tapan eski insanlar gibi yağmura her daim bir saygım olmuştu, şimdi cehennem sıcaklarını yaşadığımız bu günlerde yağacak bir yağmur adeta dondurucu soğuğa direnen nazlı kardelenler ya da en karanlık gecede parlayan bir yıldız gibi umudun simgesiydi benim için. yağmurun üzerimize yağması, ruhu dinlendiren bir şeydi, belki üzerindeki tüm yorgunlukları, kirlenen dünyanın kirlenmiş bir bireyini yıkaması gibiydi. nasıl ki ateşe bakan insanlar alevin tonlarının her raksedişinde sıkıntılı dünyalarında biraz rahatlarlarsa, gökten düşen her damla yüreklerdeki acıların üzerine yağıp onları toprağa akıtırdı.

ellerimi açıp her bir damlayı tutmaya çalıştım. yeşillikler, bu ürperten ama dingin dokunuşlarla canlı canlı parlamaya başladı. üzerimizden akan, hayatın getirdiği kirleri şu anda göremememiz, gecenin bir lütfuydu. gün doğumunda gözler görür olduğu vakit, yeniden doğmuş gibi temiz ve taze olduğumuzu görecektik. halen karanlıktı ve ayın ışığını taşıyormuşçasına, bulutların gözyaşları ışıl ışıl üzerime yağıyordu. gülümseten bir şeydi, birazdan bitiverecek, yerini güneşin acımasızlığına terk edecekti...

nazlı yarim bana "gel" diye haber salmışçasına hislenmiştim. sıradan bir doğa olayına bu kadar anlam yükleyecek kadar ruh hastası olamazdım. karnımdan yükselen gurultuları bastırmak için sokağa çıkıp poğaça almaya fırına gittiğimde yağmur durmuştu bile. bir çöpçü "ne pis sokak bu mına koyım" diye söylenerek yerleri süpürüyordu. yağmuru sikine taktığı yoktu. böyle olmak lazımdı aslında, yeni doğan bir günü, bir yaz yağmurunu, gökkuşağını, simit peşindeki martıları, gülümseyen bir ihtiyarı ve binlerce sıradan zamazingoyu anlama boğmak o kadar saçmaydı ki. yağmur kirlenmiş ruhumu yıkayacakmış, hahahassiktir. kendime geldiğime mutlu olmuştum.

eve gelip öküz gibi poğaçaları yedim. sabaha karşı yağan bu yaz yağmurunun tek faydası olmuştu, bu sıcakta yirmi dakikalığına nefes aldırmıştı, hava ne sıcaktı mına koyım, insan durduğu yerde terliyordu. doymuş karnımı ovuşturarak yatağıma girdim. dışarıda yepyeni bir gün başlıyordu ve pek çok insan güneşin doğumunu izlemek yerine uyumayı tercih ediyordu. yemek yemek, uyumak ya da benzeri insani ihtiyaçların yanında gün doğumunun, yaz yağmurunun, otun bokun lafı mı olurdu. yiyip, içip, yan gelip yatmaktan öte sanatsallık yoktu, anlam yüklemeye uğraşan gözü yaşlı romantikler, kafayı yastığa gömüp şöyle şiir gibi bir uyku çekseler, onlar da kendilerine geleceklerdi.

sigaraya gösterilen tepkinin alkole gösterilmemesi

sigara, alkol ve uyuşturucuyu önce kabaca kıyaslayalım.

alkol-az zararlı (ya siroz, alkollüyken araba kullanırsan "ki bu yasak" trafik kazası ölümleri vs)
sigara-orta zararlı (bilmemkaç sene sonunda kanser ediyor, kalp damar hastalıkları vs)
uyuşturucu-çok zararlı (amı götü dağıtıyorsun, açıklamaya gerek görmüyorum)

devlet bunlara nasıl müdahale ediyor;
-bireyi koruma adına uyuşturucuyu yasaklıyor
-bireye fazla zararı olmadığını düşündüğünden alkol ve sigara kullanımını kısıtlıyor(kullanmayan bireylerin refahı için)

uyuşturucunun sigara ve alkolden epey farklı olduğunu görüyoruz. şimdi alkol ve sigaradaki kısıtlama ve kısıtlama nedenlerine bakalım.

alkol kullanımınında kısıtlama ve nedenleri: sokakta falan içemiyorsun. ancak bir yerde sıçana kadar içip tekrar kendini sokağa atmak serbest. demek ki bu kısıtlamanın konmasındaki sebep, vatandaşın alkollüyken kendine ya da çevresine verdiği bir zarar değil, sadece, alkol kullanmayan insanların, alkol kullanan insanlardan korkması, alenen kullanımını gördüklerinde başlayabilirler korkusuyla adeta bir sansürleme. alkol almakta olan vatandaşları, sadece aynı mekanda alkol alan diğer vatandaşların görebilmesi, diğerlerinin görememesi durumu.

sigara kullanımında kısıtlama ve nedenleri: kapalı mekanlarda içemiyorsun. dışarıda içiyorsun, dumanı uçup gidiyor ama kapalı mekanda herkes dumandan etkileniyor, yani zararı sadece bireye olmadığından diğerlerini etkileme ihtimali olan alanlarda kullanımı yasak. kısıtlamanın sebebi sağlığa zararlı oluşu oluyor.

şimdi bunlara gösterilen tepkileri inceleyelim:

uyuşturucu: toplumun kesinlikle reddetmesi istenen bir şey

sigara: zararlı olduğundan reklamı dahi yasak. ve kullanmayan insanların bundan rahatsız olma katsayısı çok yüksek. dediğimiz gibi leş gibi kokuyor, çevredeki insanlara zarar veriyor. ve tüketimi bu sebeple kısıtlandı, bu kısıtlamanın çok olumlu tepkiler alması(kullanmayanlar tarafından tabi) bunun kullanmayanlarca hiç sevilmediğini gösteriyor. sigaraya tepki gösterirken kullanılan argümanlar: sağlığına zararlı, bağımlılık yapıyor-paran gidiyor, herkesi etkiliyor.

alkol: vücuda zararı, ancak düzenli olarak her gün aşırı miktarda içenlerin yıllar sonra siroz olmasından öteye pek gitmiyor. sigara gibi her gün tüketme isteği uyandıracak kadar bağımlılık yaratacak bir şey değil. cebinde içki matarası olmadan ya da her gün ucuz şarabını içmeden yaşayamayanlar alkoliktir, alkol tüketen insanların çok küçük bir dilimidir. her gün bir kilo kuzu eti yerseniz sirozdan değil de kalp krizinden, bir kavanoz nutella yerseniz şeker hastalığından ölürsünüz zaten, kullanım bilinciyle alakalı bir şeydir bu. bu sebeple alkolün fazlasının zarar olduğunu bilen tüketici ve topluma bir zararı olmayacağını düşünen kitlenin alkole bir tepki göstermesi saçma olacaktır.

alkole tepki gösterilirken kullanılan argümanlara trafik kazası ya da alkollüyken işlenen cinayetler vs. örnek verebiliriz. trafik kazası alkolün bilinçsizce, trafiğe çıkmadan kullanımı ile alakalı olup bu zaten suçtur. alkol düşünceleri etkilediğinden cinayet, tecavüz gibi işlenen suçlarda tetikleyici olabilmektedir. ancak, alkolsüzken işlenen suçların da çok sayıda olması ya da bir suçu işleyen alkollü insanın zaten o suçu işlemeye meyilli olması(alkol almasa dahi cinayet işleyebilecek insanlar yani) bu argümanları göz ardı etmemize, alkolü ana suçlu olarak görmememize yetmektedir. siroza tekrar değinmeyeceğim.

alkol almayan kesimin en temel gerekçesi, toplumumuzda yaygın olan müslümanlığın alkolü haram kılmasıdır. bunun günah olduğunu, alkol alanların da günahkar olduğunu düşünürler. her kesim gibi, kendi gibi olmayanı yadırgama durumu bunda da söz konusu olup, alkol alanlara da hoş gözle bakmazlar. ayrıca sarhoşluk durumunda bu insanların onlara zarar verebileceğinden korkarlar. yine de toplumun önemli bir kesimi ağzıyla içtiğinden ya da polisin/barlardaki güvenlik görevlilerinin vesairenin sayesinde bu olaylar sıkça yaşanmamaktadır. eğer ki, alkol tüketenler baliciler tinerciler gibi yoğun olarak kapkaç, hırsızlık, gasp gibi suçlara yönelseydi, "alkol üretimi/tüketimi yasaklansın" diye tepki olabilirdi ama böyle bir şey de söz konusu değildir. alkole duyulabilecek tepki, "biz içmiyoruz onlar da içmesinler" mantığıdır.

alkol yasaklanırsa şeriat gelir diye bir argüman var mı: evet, kullananlar var. şeriat, bugünkü toplumun özgürlük seviyesini epey aşağılara çekecek bir rejim olmakta, pek çok insan da haklı olarak böyle bir şeyi istememektedir. bireysel özgürlüklerini korumak adına sigaraya tepki vermektedirler, çünkü sigara içen bireyler onlara zarar vermektedir. onlara zarar vermediği müddetçe diğer bireylerin sigara kullanımına karşı çıkmamaktadırlar. ancak, şeri hükümlerin olmazsa olmazı olan alkol tüketiminin suç kabul edilmesi, birey hakkı barındırmamaktadır. bu kanunlarla yönetilen ülkelerde alkolün yasak olması, bu insanlarca o ülkelere benzeme, bireysel hakları yitirme korkularını beraberinde getirmektedir. türbanın dini bir simge olması gibi, alkol tüketimini de birey özgürlüğünün simgesi olarak görebilmektedirler.

şeriat getirilmeyecekse alkol kullanımını yasaklamanın bir mantığı da yoktur, çünkü bu uyuşturucu, sigara, cinayet, tecavüz vb insanlara zarar veren bir şey değildir. bu sebeple insanların alkole tepki göstermesinin beklenmesi de saçma olacaktır.

şeriat ile alakası olmayan ülkelerde alkolün yasaklanması birey haklarına müdahale demektir, bu yerlerde "şeriat gelecek" diye bir düşünce yoktur ama toplum alkol tüketmek istediği müddetçe bunu hakkı olarak görmektedir. toplumların yapısı da buna göre şekillenmiştir elbet. türkiyede alkol kullanımına duyulan tepki, alkolün haram görülmediği toplumlar kıyaslanamayacak kadar fazladır bile.

alkole duyulan tepkinin bu etmenler haricinde bir dayanağı(sağlık, suç eğilimi vs) mevcut değildir. bu sebeple sigaraya duyulan tepki gibi alkole de tepki duyulmasını istemek saçmalıktır.

hiçbir tutkusu olmayan insan

tutkular, insanı hayatın acılarından bir süreliğine çekip alan tatlı rüyalardır. hiç kimse hayattan zevk almamak istemez ama insan hayatını bir dereceye kadar şekillendirebilir. bu şeklin ötesinde, hükmümüzün olmadığı boyutlardan hoşumuza gitmeyecek olaylar, mutsuzluklar yaşanır. kişi, tutkularına sığınarak bunları görmezden gelmeye çalışır.

tutkularıyla yaşayan insan hayattan zevk alır. ancak bunun kötü yanı, tutku olmadan yaşayamayacağını düşünmeye başlamasıdır. hayattan kaçışın her türlüsü bu insanlar için kutsal, laf edilmeyecek tabular haline gelir. bu insanlar tutkuları olmasa hayattan artık zevk alamayacaklarını bildiklerinden tutkularına daha da bir hırsla sarılırlar ve onları kaybetmekten korkarlar. bu yüzden tutkular insanı ele geçiren birer parmaklık gibidir, seni özgürleştirdiğini iddia etsen de aslında seni yönlendiren şeylerdir.

tutku sahibi olmayan insanlar, hayattan belki diğer insanlar kadar zevk almazlar, ancak sizden daha fazla özgür ve objektif düşünebilme yeteneğine sahiptirler. aşk, din gibi çok büyük ölçekli ve kapsamlı tutkular kişinin hayatını daha büyük ölçüde yönlendirirler ve iradenin ötesine geçip sağlıklı düşünmenizi engellerler. bu tutkuarına bağlanmış insanlar, dinsiz, aşksız, ailesiz, alkolsüz vesairesiz bir hayatın işkence olacağını düşünürler. ve tutkularından ayrılmamak için tutkularına körü körüne bağlı olup bir tür bağnazlık ile hayat görüşlerine müdahale edebilecek her şeyi reddedebilirler.

tutku sahibi olmayan insanlar, tutkulu kimselerce "ot" olarak nitelendirilebilirler, çünkü bu insanlar onların standartlarına uymamaktadır. paraya tapan insanlar için para pulu önemsemeyen insanlar önemsizdir. kitap aşıkları, kitap okumayan insanları değersiz bulurlar. siyaset ile yakından ilgilenen vatan kurtarıcıları, apolitik insanları bilinçsiz hatta gereksiz vatandaş olarak görürler. çünkü tutkunun insanlara hükmetmesinin bir maddesi de, benzer tutkulara sahip insanları çevrenize toplatmak istemesidir. tutkular paylaşılmak ister, sevgilisi olmayan insanlar sevilmemekten kudururlar ya da en basitinden müziği sevenler başka insanlarla aynı grupları dinlemekte olduklarını bilmekten haz alırlar. bir gruplaşma söz konusu olup tutkularınız sizi tutkularınızın büyüklüğünce duvarların arkasına hapsedecektir.

bunun sonucu ile tutkular üzerinize forma gibi de yapışabilir. insanlar hislerini belli etmeye bayılırlar çünkü arkasına sığındıkları tutkularını yüceltmek, ve bu yüce şeyin bir müridi olduklarını göstererek gurur duymak isterler. evet, rockçılar ve metalciler siyah giyinir, aşık insanlar sürekli sevgilisiyle birlikte görünür ya da istanbula giden izmirliler kafa siker. bu onların markasıdır artık, markalarının reklamını yaparlar.

tutkusu olmayan insanlar, çevrelerinde bu markaları görüp onlara sahip olmak isterler. çünkü onlara, bu tutkulara sahip olmadan yaşanamayacağı empoze edilmiştir. koleksiyonculara, bir takımın taraftarlarına gıpta ile bakarlar, "keşke ben de gitar çalabilseydim", "ben de araba kullanabilseydim", "ben de futboldan anlasaydım" derler. ülkelerini diğer insanlar gibi sevmek ya da dinine diğer insanlar kadar bağlı olabilmek isterler. çünkü artık onlar da bunun kafa dinlendiren, huzur bulduran, zaman geçirten bir şey olduğunu düşünüp, sıkıntıdan bir rüzgara kendilerini kaptırmak, düşünmemek isterler. bu tutkular aslında basit birer hobidir, can sıkıntısını azaltmaktan başka bir şeye yaramazlar. ancak dışarıdan bakıldığında bu bir yaşam felsefesi gibi görünür. tutkuların yayılmasının, furya olmasının sebebi budur.

hiç bir tutkusu olmayan insan, bir tutkunun esiri olmanın gerekli ya da zorunlu olmadığını bildiği sürece güzel insandır, iyi insandır. ancak, bir tutkuya kapılabilitesi gene de yüksek bir ihtimaldir. zevk aldığı şeyleri tutku haline getirip getirmeyeceği, elbette bilinçli olarak kendi tercihi olmalıdır.

icraat tembeli hayalperest boş adam

birisi güzelce doldurur diye verdiğim bir ukte idi, seni doldurmak bugüne nasipmiş.

icraat tembeli: kısaca, az laf çok iş mantığından uzak insan diye tanımlayabilirim. icraat tembellerini sıradan tembel insandan, üşengeçten ayıran unsur; icraate yatkın gözüküp de ortaya bir şey sunamamasıdır. yani yan gelip yatan adam bir icraat tembeli değildir, her gün "yetti artık basıyorum istifayı" diyip de bir sik yapmayan adam icraat tembelidir.

hayalperest boş adam: hayal kuran adamın kalitesiz bir alt türüdür. hayal kurarken mühendis gibi hesap kitap yapamadığından ortaya abuk sabuk hayaller döker. hayal kurmak mantık işi değilmiş gibi gözükse de görülmeyen bir çok desteğin üzerinde yer almaktadır. misal, zengin olma hayalleri kuran adam sermaye bulup, çalışıp, işi büyütüp vs vs yollarla zengin olma hayalleri kurabilir. yürü ya kulum değişkeni sayesinde mantık çerçevesini hayal dünyasına aktarabilir. hayalperest boş adam kıçını kaşıyarak, "la sayısal çıksa" diye umut eder. daha kötü varyasyonları ise piyangoyu bile düşünmeden, zengin olduğu takdirde yapacaklarını listelemeye başlar. bu insanlar, boş adamların en boşlarından seçilir.

icraat tembeli hayalperest boş adam: etrafımızdaki pek çok insandır. okulda, "olm mezun olunca dövüyoruz hocayı" diyen eleman, sevgilisine "sana mutlulukların en güzelini yaşatacağım" diyen adam, "sistemin çarkı olmayacağım" diyen kimseler bu insana verilecek örneklerdendir. malca hareketleriyle hocadan azar işiten, bir de üstüne sikko notlar alınca "hocayı dövecez" diye salya akıtanlar, göt zoruyla mezun olabildiklerinde hocayı dövemeyeceklerdir. köprüyü geçene kadar sevgilisine hayal alemlerinden vaatlerde bulunan boş insanımızın daha sonra sevgilisini mutlu etmek üzere bir davranışa geçtiği görülmemiştir. beni boğuyorlar anne, askere alıyorlar anne, kravat takıp beni bir kalıba sokuyorlar, tektipleştiriyorlar diye ağlayan gencimiz zamanı gelince sike sike askere de gitmekte, dönünce kolalı beyaz yakasıyla sabah sekiz akşam beş arası robot gibi çalışmaktadır.

dünyaya mı isyan ediyorsun. ailenle kavga mı ettin. işinden memnun değil misin. hemen kur hayal güzel kardeşim, en kolayı bu. çocukken yapılırdı bu, "büyüyünce astronot olacam" denirdi. nasıl olunur bilinmez tabi. zamanla öğrenirsin nasıl astronot olunabilir, dünyada kaç kişi astronot olabilmiştir diye, titrer kendine gelirsin. "senin için dünyaları yakarım" diyen adam, nah yakarsın dünyayı, hava basmak için taşıdığın zippoyla mı yakacaksın. "yok hoca, her şeyi bırakıp gideceğim" diyen sikko vatandaş, nereye gidiyorsun amına koyım, neyle gidiyorsun. ilk gaz geçince paşa paşa hayal aleminden ayrılıp gerçek dünyana geri dönüyorsun.

mezun olup hocayı dövdün mü, helal olsun sana derim o zaman. hayal ettin, diplomayı alınca hocanın götünde sigara söndürcem dedin ve yaptın ha, helal olsun arkadaşım sana. aileni, eşini dostunu, işini bırakıp her şeyi bırakıp giden adam, taşlarda yattın, çok kere aç kaldın, ama rest çekip dönmediysen sana da helal olsun. alkışlarım seni, helal olsun derim, sıcak yemek ısmarlarım. ama car car konuşup bir sik yapamayanlar, sizden bi sikim olmaz.

icraat tembeli hayalperest boş adamları gördüğüm yerde vuruyorum. başıboş gezdikleri zaman insanlığa zarar verdiklerini düşünüyorum, sık takıldıkları yerlere zehirli yem atıyorum. maksat dünya temizlensin, parazitli yayınları sona ersin. her şey daha güzel bir dünya için.

10 Ekim 2010 Pazar

aptal insanlardan nefret etmek

herkesin kendince aptallık kriteri vardır.

kendisini güzel bulan bir kız, hoşlandığı erkek ona değil de başka kızlara baktığı zaman "aptal işte nolucak, hıh!" diyebilir. kız makyajı, takıp takıştırmayı, kocaman güneş gözlüğü takmayı falan çok sevdiği için diğer insanlarca "aptal sarışın" olarak adlandırılabilir, özellikle de saçları sarıysa. birisi sırf akpye oy verdiği için "aptal mısın kardeşim oy veriyorsun aq partisine" cümlesini duyabilir. bir öğrenci konsantrasyon problemi çektiği için dersi anlayamaz ve annesi, babası, arkadaşları ve öğretmeni tarafından aptal olarak nitelendirilebilir. bilgisayarla pek haşır neşir olmamış bir ebeveyn çocuğuna "bunu nasıl yapacağız şimdi?" diye zırt pırt soruyorsa kendisin aptal gibi hissedebilir.

halbuki bu örneklerdeki tüm aptal insanlar epey yüksek bir iqya sahip olabilirler. eq falan da var ama en genel zeka kriteri iq olduğundan iq dedim.

diyorum ki, hepimizin sağında solunda aptal insanlar var. bence demet akalın dinleyenler aptal insanlardır mesela. stephen hawking bile demet akalın dinliyor olsa bile benim için bu kaide değişmez.

nefret etmek insani bir duygudur, aşk gibi, korku gibi ya da öfke gibi. aptallar da zeki insanlar da nefret edebilir. nefreti aptallara yakıştırmak, "zeki insanlar aşık olmaz", "sadece aptallar bir şeye öfkelenir" vb yargılar kadar sığ kalmaktadır. nefret zeka ile ilişkilendirilmesi gereken bir şey değildir. einstein işkembe çorbasından nefret edebilir mesela, halbuki biz sirkeli sarımsaklı pek severiz, adam o ortamda bulunmak bile istemez.

aptal insanlardan nefret etmek da gayet doğal bir şeydir. insanlar kendilerine zarar verebilecek şeylerden nefret eder, aşık olmaktan korkabilir, sigara dumanından nefret edebilir, fenerbahçeden tiksinebilir vs. :fenerli değilim

zeki bir insan, çevresinde zeki insanlar bulunsun isteyebilir, böylelikle ortak paylaşımlar yapabilirler. en başta anlattığım üzere; kişi kendisinden farklı bireyleri aptal olarak nitelendirmektedir. basit bir senaryo koyayım ortaya. ben ve x kişisi olsun ortamda, ben de demet akalın dinleyenlerden nefret ediyor olayım.

b: ne dinlersin müzik olarak?
x: demet akalın dinlerim...
b: hmm...

x kişisi benim banlistimdedir çünkü aptaldır. demet akalın dinliyorsa, benim zevk aldığım müzik türlerine son derece yabancı demektir, hatta benim sevdiğim müziklerden nefret ediyor olabilir.

b: ne dinlersin müzik olarak?
x: metallica dinlerim...
b: son albümünü hiç sevmedim
x: cliff burton ölmeden öncesi güzel zaten.
b: ben atmosferik yarrak metal dinlerim mesela
x: ben pek dinlemem de o atmosferik riffleri falan epey güzel
...

karşımdaki bana çok zıt değilse ve ortak bir şeyler bulabilirsek ikimiz de aptal olmuyoruz. ama;

x: ne demek demet akalın kötü, sen ne dinliyorsun
b: atmosferik yarrak metal
x: ne anlıyorsunuz o müzikten, metalcilerin rockçıların hepsi gerizekalı
b: sensin gerizekalı, anca ıptıs ıştıs dinleyin işte beyinsizler
x: böğürtü dinleye dinleye kafan sikilmiş, git bi format attır

sonuç, ikimiz de birbirimizin gözünde aptalız. örnek abartı olsa da, önyargıların ve karşıtlaştırmanın ne kadar keskin olduğunu gösteriyor bence. belki ikimiz de şu anda olduğumuz konumdan, karşımızdakinin konumuna kayabileceğimizi düşünüp korkuyoruz, ben kendimi hande yener falan dinlerken düşünüyorum, bundan keyif alabileceğimi düşünüyorum vs. bu tarz aptallıktan nefret etmek, daha çok bireysel zevklerden doğmaktadır, çok da nadir değildir.

"aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun" lafı doğrudur. faydacı birey aptal dostun yarardan çok zarar vereceğini öngörür, akıllı düşman ise seni de en az onun kadar akıllı olmaya zorlayacaktır.

bunun dışında daha teknik aptallıklar vardır. mesela ben bilgisayardan anlıyor olayım, bir arkadaşım da bilgisayardan hiç anlamıyor olsun. bu kimsenin bana zararı yoktur. ancak "nasıl format atarım", "bilgisayarım bozuldu gel bi bak", "nasıl oyun yükleyeceğim", "verdiğin programı çalıştıramadım" diye gelirse ondan nefret edebilirim. kişiden kişiye değişir bu da, bireyin tahammül sınırı ile alakalı bir şeydir, zeka ile ise alakası yoktur.

yani birisi daha ilk seferde "bana ne kardeşim, rtfm!" diye höykürebilir. ben bir kaç kere anlatırım, anlattığım şeyi anlamıyor tekrar tekrar bana soruyorsa dellenirim. kimisi ise bilgisayarının açılmadığından şikayet eden birisinin probleminin elektriklerin kesik olması sonucuna varana bile sabrını koruyabilir. ondan ötesi malesef yoktur. muhaha lan elektrik kesik adam bilgisayar açılmıyor diyor lan muhahahau..

teknik detaylara bağlı aptallardan da bu sebeple nefret ederiz. değerli vaktimizi çalabilirler, sabrımızı tüketip bizi sinirlendirebilirler, bize hiçbir fayda sağlamayacağı halde yardımımızı isteyebilirler vs. bu anormal bir şey değildir, dediğim gibi kişiden kişiye değişebilir.

"aptallardan nefret ediyorum" hitabı da günlük konuşma içerisinde sırıtmayacak bir şeydir. neticede herbirimiz kendimizi diğer insanlara pazarlamaya çalışıyoruz, zekamızı, güzelliğimizi, bilgimizi vs göstermek için maymun oluyoruz. birisi diğer insanlardan daha zeki olarak göstermek için bu cümleyi kullanabilir, siz de bu insandan nefret edebilirsiniz. bunu kastetmeyip de, bu insanlarla uğraşmaktan ne kadar yorulduğunu anlatabilir, yine nefret edebilirsiniz. hiçbir şey söylemese hiçbir şey söylemediği için de nefret edebilirsiniz.

özet: nefret ediniz ettiriniz.

insanlarda zavallı yaratıkları sevme güdüsü

mevsimlerden cehennem günlerden herhangi bir gündü. kızgın kaldırımları arşınlıyordum, alnımda boncuk boncuk terler vardı. tam da sıcağa alışılan ender anlarda kavruk bir rüzgar esiyor, anlık ferahlatmasının ertesinde insan ne kadar da bunaltıcı bir konumda olduğunu yine hatırlıyordu.

"ayyyyh ne şekerrrr..!"

ne zaman bu feryadı duysam kemerimdeki kırbaca uzanırım. istemsizce elim yine kemerime uzandı ama orada bir kırbaç yoktu, zaten hiç olmamıştı. derin bir soluk aldım ve üzüntü ile koyverdim. bu sefer neydi acaba; bebek arabasındaki bir bebek, bir kedi, dişleri dökük bir kız çocuğu... insana sefaletini ancak kendinden daha sefil bir varlık unutturabilir, bu yüzdendir böylesi bir şey görünce kabaran şefkat.

ufak bir köpek, pek de sevimsiz, buruşuk derisi, bodur bacakları ve meymenetsiz çehresiyle çirkinlik kavramının fiziken birebir karşılığı olan bu berbat hayvan, şu anda bir kız grubunun ilgisini üzerinde hissetmesiyle beraber sevinçten deliye dönmüş, bir dolmalık biber estetiğindeki kuyruğunu sallamaya uğraşarak tasmasını çekiştiriyor, sahibinin etrafında dönerek kendince daha şirin, daha ilgi çekici görünmeye uğraşıyordu. pek tabi; aşağılık bir varlığın ilgi çekmeye böylesi aç olması şaşırılacak bir şey değildi, elleriyle boynundaki tasmaya hükmeden sahibinin cinsinden bu canlılar onun efendileriydi, onları güldürebilirse dünyanın en başarılı soytarısı olarak ne kadar övünürse azdı.

bu kız güruhu, şüphesiz ki bir bebek onlara gülümsediğinde, belki de yakışıklı bir erkek onlara bakış attığında alacakları hazza yakın bir haz duyabiliyordu. gülen bir bebek resmi ya da heykeli ya da ne bileyim ona benzer bir şey bu kimselerde asla buna yakın bir tepki doğurmayacaktı, onlar canlı bir şeye hükmetmek, ondan üstün olduğuklarını bir şekilde hissedebilmek istiyorlardı. bebekler zeka noksanlıklarının etkisiyle alelade şeylere gülebilir ya da ağlayabilir. "ce eeee" yaptığınızda bundan keyif alabilecek yegane varlıklar insan bebeği denilen bu garip canlılardır. güldürmesi bu kadar kolay olan canlıları güldürebilmek, bir şeyi tutup ağzına götürme refleksinden başka yeteneği olmayan bir canlının parmağını tutmasını sağlamak yetişkin bir insana nasıl keyif verebilirdi ya rabbi, bunu anlayamıyordum, anlayamayacaktım da.

kızlar birer birer "gel bakiim buraya, ah canııım nasıl da bakıyor" diyerek köpeği kendi yanına çağırıyor, köpek de koskoca bir insanın kendini muhattap olarak görmesinden duyduğu memnuniyetle sevinçten deliriyordu. "neden?" sorusu döküldü dudaklarımdan, altı üstü bir köpek, "canım" diyebilir misin bir köpeğe, tanımadığın bir çocuğa "canım" diyebilir misin, dersin de neden dersin? bir şeyin "canım" olması bu kadar basit midir?

bir martı "canım" değildir mesela, gökyüzünde zaman zaman yüzlercesini bile görebilirsiniz çünkü, özgürce uçmaktadırlar. ama kanadı kırılmış bir martı "canım"dır. yeni doğmuş bir kedi yavrusu "ah kıyamam"dır mesela, sizden kaçmaz çünkü, kaçamayacak, sizden kötülük beklemeyecek kadar acemi ve zavallıdır. önünde şaklabanlık yapan dana kadar adamlara gülebilen bir bebek zavallıdır.

bir sivas kangal asla "aaa ne şekerrr" diye sevilmez. çünkü istese götünüzü kopartabileceğini tahmin etmeniz zor değildir. kangallar zavallı canlılar olmadığından bir takım fifiler gibi duygular uyandıramazlar.

bilemiyordum, insanların bu tür sefil canlıları neden sevebildiğini anlamıyordum. ben sevemiyordum mesela, bir bebek görünce, yüzündeki masum ifadeyi değil de ağzının kenarından akan iğrenç tükürükleri silmekten aciz oluşunu görüyordum. sokaklardaki kedilere neden su kabı konduğunu anlamıyordum, bunu hak edecek ne yaptıklarını çözemiyordum.

belki de ne kadar sefil birisi olabileceğimi hatırlatıyordu bütün bu varlıklar bana, bunu hiç bilemiyordum.

gözler aralık uyumak

kapatamayrum ya, kapanmayor. sadece gözbebeğinin üstünü örtünce yani ekranı karartınca; gözün kıçı açıkta kalmış başı açıkta kalmış vs umursamıyorum. bazen zorluyorum, yumuyorum iyice gözlerimi ama olmuyor, gözüm sağından soluna döndüğü anda gene üstü açılıyor. sonrasında da sabaha zımpara gibi gözlerle uyanıyorum, gözleri kırpıştırırken hışır hışır ses çıkıyor.

kardeşim ben uyurken fotoğrafımı çekmiş geçen, hesapta uyuyorum ama görünüşte sauron gibi etrafı izliyorum aralık gözlerimle. "amına koyayım gene dükkanlar açık kalmış" diye gözlerimi ovuşturmaya çalışıyorum, bir kilo çapak dökülüyor avcuma. allahtan uyumadan lensleri çıkarma alışkanlığım var, yoksa yeni dökülmüş asfalt gibi yapışır gözlerime, hayatta çıkaraman sonra.

bir gün böyle zombi gibi bakınarak uyuya uyuya gözleri elime alacağım ya hadi bakalım.

telefon konuşması dinlemek zorunda kalmak

dünyanın en büyük işkencelerinden biridir. telefonun diğer ucundaki insan sizin de tanıdığınız biriyse, sizin de ilginizi çekecek bir şeylerden konuşuluyorsa o kadar kötü bir şey değildir ama diğer türlü kusturucu etkiye sahiptir.

örneğin evdesiniz, telefon çalıyor anneniz açıyor, yirmi senedir görüşmediği bir arkadaşı telefonunu bulmuş da aramış, bir saat konuşuyorlar. muhabbet ne peki, yirmi sene önceki tanıdıkları, birbirlerinin çocukları vesairesi. konuşsunlar, ne yaparlarsa yapsınlar ama evdeki herkes bunu dinliyor. telefon evin en merkezi yerinde, konuşan insanı bırak bütün ev ahalisi, apartmandaki herkes duyuyor amına koyayım.

boş muhabbet ama o kadar boş ki. kaçamıyorsun, o ses çınlaya çınlaya kapalı kapıları geçerek odana giriyor, bir anda üç kişiymişsiniz gibi oluyorsun. sanki annen ve arkadaşı konuşuyorlar da konuşuyorlar, sen de onların yanında yarrak gibi oturuyorsun. bana ne amına koyım sizin komşunuzdan, bana ne amına koyayım bilmemkimin boşanmasından.

ensiferum açtım son ses bu işlenceden kurtuldum.

arkadaşlarla otururken de olur bu. normal modern insan telefonu çaldığında siktirir gider, konuşur işi bitince gelir. bazı denyolar açarlar telefonu, ortamın ebesini sikerler. dakikalar boyunca "naber hacı, bilmemkin nabıyo..." diyaloglarını dinlersiniz. "arkadaşlarla oturuyorum şimdi, seni yarın ararım konuşuruz" falan yok, anca konuşuyor, tatilini anlatıyor, tatilde siktiği karıyı anlatıyor, barda başına gelenleri anlatıyor. lan siktir git.

geri kalanlar da adam telefonla konuşuyor diye dakikalar boyunca sessice bekliyorlar. bir gün telefonu çalan adamın o enine geniş telefonunu götünün öyle derin bir noktasına sokacağım ki, of çok sinirlendim lan.

9 Ekim 2010 Cumartesi

kadına hesap ödeten erkek

kadın acayip mahluk. rakip hemcinsleriyle rekabet etmesi normal karşılanabilir ama bir erkeğin mazide kalmış sevgilisiyle bile rekabete hazır olması her zaman beni korkutmuştur. bir şekilde öğrendiği, erkeğin eski ilişkisine ait düzeni kendi ilişkisinde taban sınır olarak belirleyen bir kadın mutlu olamaz, kıyaslama yapmaktan mutlu olmaya vakti olmayacaktır zira.

bu kıyaslamalara hesap ödetme mevzusu eklenebilir. en basitinden; "eski sevgilisine çiçek alıyor muydu acaba" sinsiliği kadar fenadır hesap ödeneceği zaman bunu düşünmesi. neyse, konumuza gelelim; bitmek bilmeyen kapitülasyonlar zincirinin en iğrenç halkası hesabı sadece ve sadece erkeğin ödemesidir, yüzbin yıldır prenses muamelesi gören kadın, modern hayatın medeni ilişkilerin her türlüsünü savunurken, "hesabı erkek ödemeli" kuralına sıkı sıkıya sarılmakta, bırakmayı kesinlikle reddetmektedir.

şimdi, bir erkekle bir kadın ne yapar? ilk önce gider bir yerde bir şeyler yer içer değil mi, aç ayı oynamaz zira. ama erkek bir kişilik yemek yerken iki kişilik para veriyorsa ve bu her buluşmada tekrar ediyorsa ben o yemek yedikleri masanın ortasına sıçarım arkadaş. hayatın müşterek olduğu bugüne değin yapılan türlü bilimsel deney ve sosyal gözlemlerle ispatlanmış olduğundan hesabı erkeğe kilitlemek şerefsizlik etmek demektir.

bir kadın kendisini erkeğe hesap ödetince değerli hissetmemelidir ya da değerli hissetmek için hesap ödetmemelidir. böyle bir şey, bir hediyenin değerini fiyatıyla ölçmekten farksızdır. bir erkeğin kadına hesap ödetmekten ölüm gibi korkması feodal orta çağ avrupasında yaşıyor olmasına delalettir. kadınlar korse giyerlerdi ve insanlar bok kokusunu bastırması için parfümü icat etmişlerdi o zamanlar.

demek istediğim şu, kadına hesap ödeten erkek kötü biri değildir, bu davranış kaba değildir. ama hesabı karşıdakine ödetmeye çalışmak yavşaklıktır. bazı yazılı olmayan gerizekalı kurallar var, çıkma teklifini erkek yapmalıdır gibi mesela. böyle olunca ne oluyor, kız bekliyor bekliyor, oğlan konuşmayınca "öküz" oluyor, kız konuşsa "yollu" oluyor. olmamalı böyle şeyler.

madem bu kadar uzun yazdım bir de anı patlatayım, entryyi bitireyim. bir kızla çıkıyoruz, ilk buluşmalardan biri, fiyakalı bir yerde kahve falan içtik. bende para yok. yok yani, olduramadım, kahvenin köpüğüne yetecek kadar bile param yok o gün. karşımdakinin denyo bir kız olmadığını umarak "bende para yok, özür dilerim, bu seferkini sen ısmarlayabilir misin" diye sordum. standart öküzlükte bir kız "oha, bana hesap ödetti, ne biçim erkek bu" der. beriki zerre alınmadan ödedi kahveyi, sonrakini ben ödedim, bir sonrakini o ödedi falan.

alman hesabı yapmak çok itici olsa da böyle vardiyalı hesap ödeme sistemi güzel ve adil bir sistem. "nassı da geçirdim lan hesabı" şeklinde sevinen kahve yancısı tadındaki bir orospu çocuğu değilseniz sorun olmayacaktır. zira, marifet gerek yokken aç kalmak, bankta yatmak, şov yapmak değildir, insan gibi davranmaktır, doğal olabilmektir.

aşkta erkeklerin kadınlar kadar iddialı olmaması

erkekler iddialaşırken yenilmeyi sevmez bu yüzden iddialaşmak iyi bir şey değildir. bir kezinde aynı masada oturduğumuz bir kızla aşk iddialaşması yaparken "ben erkeğimin geyşası olurum" iddiasından daha janjanlı laf edemeyeceğimi anlamış, altta kalmamak için ben de zekeri çıkartıp taak taak diye masaya vurmuştum. ne amaçla iddilaştığımızı hiç bir zaman öğrenemedim, ne gerek varmış dimi halbuki.

börülce yemek değildir

demin uyanıp da evde yemek olarak sadece börülceyi görünce haykırdığım kelime öbeği. sözüm yeşil börülce içindir, taze olanı yani, kurusuna sözüm yoktur. muhakkak börülceyi çok sevenler, "umh umh ne güzeldir o ince ince" türevi şakşakçıları bulunabilir de insanın karnı açken bu acayip sebze ile doyabileceğini ümit etmesi imkansız. doymak için bir tabağını bir ekmekle yemek gerekiyor, e bir ekmeği kuru kuru yesem gene doyarım diye düşünüyorum haliyle. yemek dediğinin içinde yağ, karbonhidrat, protein falan olur, bir börülcenin içinde selülözden, klorofilden başka ne vardır merak etmekteyimdir. haşlanıp soğutulup içine marul domates falan katılarak bir tür salata yapılabilir börülceyle, ama böyle yemeği yapılmaz, yapılmamalı, insan bir umutla düdüklü tencereye yaklaşıp da kapağını açınca "börülceymiş lan ühühüü" diye moralman çökertilmemeli.

ne yiyecem lan ben.

gelişine yaşamak

bu aralar yaşıyorum, öyle böyle değil. yarın için bir program yok. yarın için yatağa yattığımda düşünecek bir şey yok. hesapsız kitapsız düşünmeden rüzgâr nereye savurursa oraya...

-domates ne kadar
-iki buçuk lira kilosu
-oha lan, iki liram var topu topu, daha ekmek alacam
-bize gelişi bu kadar abicim işine gelirse
-siktiniz attın bohem hayatımı, allah belanızı versin ya:(

staj yapamamak

yıllardır bitmedi okulum. okul bitmedikçe ben bittim sevgili dostlar. artık okula gittiğimde asistanlar beni görünce "bir iki üç yetmez/dört beş altı olsun/finallerde çocuğu koysun/obez kirpi mezun olsun" diye elleriyle şakşakşak yaparak tempo tutuyorlardı.

bir zaman geldi, vermem gereken tüm dersleri verdiğimi fark ettim. tabi bu zamana kadar, benim dönemimdeki arkadaşlar yüksek lisanstan tut yurtdışında çalışmaktan bırak, ortamın amına koymuşlardı resmen. benim yerime eşşek bağlasan yardoç olmuştu yani. napalım, bizim de namımız yürümüş, okulda bir ağırlığımız olmuştu. koridorlarda anfilerde bölümün ağasıymış gibi dolanıyor, zaman zaman sabi sübyana racon kesiyordum, çok da fena değildi yani.

ama bir sorun vardı. zira yapmam gereken zorunlu yaz stajımı 3 yıldır ertelediğim için mezun olamıyordum. staj başvurularını ta şubattan marttan yapmak gerektiğini öğütlüyordu arkadaşlar, ben de elimden geldiğince acele ederek ve haziran ortasında staj yeri aranmaya başladım. aceleyi sevmem.

şirketler başvuru maillarıma geri dönmüyordu, yani fw:fw: çok komik!!1! diye mail forwardlasalar bile razıydım ama cevap vermiyordu ibneler. bunalmıştım. naylon staj yapmak da istemiyordum. bölümün internet sitesindeki "staj arayanlar için firma iletişim bilgileri" bölümündeki bütün firmalara mail attım. ve evet, tam iki tanesinden cevap geldi. "üzgünüz, staj kadromuz dolmuştur...", bunu geç, diğeri neymiş, "gereken evraklarla başvurmanız halinde..." lan! hassiktir!

topuklarım götüme vura vura koşmaz mıyım ben şimdi buraya. koşarım, evrak mevrak alıp uçarım. küçücük bir ofis, ne güzel, klima da sonuna kadar açık oooh. staja kabul belgesinde gereken yeri imzaladılar, kaşe bastılar. başlama tarihim temmuz on beş, mezun olabilmek için son viraja girdim...

...

temmuz 15. lan adama mail attım kaçta geleyim diye cevap vermedi. en iyisi sekiz buçukta gideyim, iyidir sekiz buçuk, sekiz erken dokuz geç. vapur saatlerine bakayım, hmm, 7:55 vapuru iyi.

lan nasıl kalkacam ben 7de? uyumayayaım o zaman. yoksa uyusam mı? saat demin 1di, 3 olmuş, biraz uyuyayım... amk, uyuyamıyorum, saat 5 buçuk olmuş, en iyisi bg2 atayım... oha saat 7:45 olmuş...siktir vapur kaçtı.

otobüse bineyim. geldi, bindim. bu saatte bu trafik ne lan? lan gerizekalı, hangi saatte olacaktı ki trafik? ayaktayım, nohut gibi terliyorum gene, alnımdan damlıyor terler, işine giden bakımlı orta yaş ofis teyzeleri kötü kötü bakıyorlar bana. terlemek suç mu teyze, ben napayım, asıl terlememek suç bu havada, sizin terlemeden durabilmeniz insan haklarına aykırı amk, terleyin siz de, terli terli gidelim.

teyzelerle göz göze gelmemek için dışarıyı seyrediyorum, yol kayıp gidiyor, binalar, arabalar, sinemaların kapısı, camekanlar... fakat, demin kucak dansı yapıyordum, şimdi otobüste beş on kişi kalmış. amk, daldık kaçırdık durağı. öyle aptal aptal durma, düğmeye bas. "peki efendimiz".

gene otobüse mi binsem? nah binerim otobüse, daha önce karşıyaka otobüsüne bineyim derken altındağa tırmanmışlığım var, hem de dağın en tepesine, nasuh mahruki zor çıkar oraya. en iyisi yürüyeyim ben, hem daha vakit var, allahtan erken çıkmışım.

yürüyorum, ama terliyorum, izmir sıcağı bastırıyor, saat daha 8 buçuk civarı. yürüdükçe hararet yapıyorum, ter gene ensemden sırtıma akıyor, göğsümden göbeğime akıyor. izmir tekel bayileri bile yeni açılıyor sanki, su alıyorum, buzdolabına konalı daha 5 saniye olduğundan su değil ıhlamur şerefsizim. içtikçe daha çok terliyorum, uykusuzluk bastırıyor hafiften, güneş beynimi sikiyor. allahtan ofiste klima var.

geldim. 4. kata çıktım. saat tam 09:00. yüzümdeki teri silip kapıyı çalıyorum. sonunda vardım ya, aklımdan geçen tek şey içeri girip bir sandalyeye çökmek ve o soğuk havayı hissetmek. ama kapı açılmadı? bir daha çalayım...gene açılmadı. siktirin gidin lan, 9da açılmaz mı iş yeri, hiç kimse mi olmaz lan içeride. olm bunlar ofisçe tatile çıkmış olabilirler mi acaba, bu sıcakta durulur mu izmirde. başka olasılıkları da düşünüyorum; patron vefat etti ve iş yeri kapandı? vefat çok hardcore oldu, belki de sadece battılar? ı ıh. belki de ofisin yerini değiştirdiler, başka yere taşındılar... film senaryosu mu yazsam acaba, kaptırdım gidiyorum.

aynen geri dönüyorum eve. patrona mail: "9da geldim kimse yoktu". vuruyorum kafayı uyuyorum. akşam gmaile bakıyorum, patrondan cevap: "iş başlama saati 9 ama bazen x bey geç kalabiliyor". tek çalışanı mı var yoksa buranın, ofis küçük ama tek çalışan da olmaz yav. neyse yarın gene gideyim 9da.

-day 2-

gene uyumadım, bugün kesin başlayacam staja. sekiz bilmemkaç vapuruyla geçiyorum karşıya. saat 9:05, ben ofisin önündeyim gene. kapıyı çalıyorum...ses yok. sikerler, gideyim bir gazete alayım okurum vakit geçer gene giderim.

okuyorum gazeteyi. mal mal duruyorum sonra vakit daha da geçsin diye. gider gitmez masayı yumruklayacağım, "böyle olmaz ama x bey, mesainin 9da başlayacağını bildiğiniz halde patron geç geliyor diye siz de geç geliyorsunuz, böyle yavşaklık olmaz, bugüne kadar şirketimize yaptığınız katkılardan ötürü teşekkür ederiz, muhasebeye gidin hesabınızı kessinler"

parkta otururken bir arkadaşım ve sevgilisini görüyorum, yani onlar beni görüyor. birlikte kahvaltı yaptıktan sonra alsancaka geçmişler falan. "ne arıyon la bu saatte burada" muhabbet faslından sonra saatin 10:00 olduğunu görüp, "ben bi daha gideyim" diyorum ve gidiyorum.

fakat... kapı gene açılmıyor, x bey belki de şu anda evinde kahvaltı masasında gerinerek gazetesini okuyor ve ben burada yarrak gibi dikiliyorum. x beyi sikeyim, başka kimse yok mu lan, sen nasıl patronsun işini böyle çapulculara emanet ediyorsun.

arkadaşların yanına geri dönüyorum. oturuyoruz çay içiyoruz muhabbet ediyoruz. saat 11:00 oluyor. bir daha gidiyorum, bir daha kapı duvar. "sikerler" diyorum gene arkadaşların yanına gidiyorum. sıcaktan ve uykusuzluktan ambaleyo olmuşum. patrona mail atmayı düşünüyorum "9da mesai demişin da hahahahahha, seni ayakta sikiyorlar hocam, sikine takan yok ofisini, biraz geç kalır dediğin adam muhtemelen akşam üstü şöyle bir uğruyor, bir gün gel kendi gözlerinle gör - bir dost". lan yazık, kovmasın bir de elemanı.

bir anda kafama buranın ne kadar mükemmel bir iş yeri olduğu dank ediyor. patron, evet patron tam bir keyif adamı, ayda yılda bir proje alıp daha sonrasında yatan, rakısının mezesinin parasından fazlasında gözü olmayan kral bir şahsiyet. bu patronun yanında çalışanlar da tabi ki keyif pezevengi olacak, 9daki işe 3te 5te yaya yaya gidecek. iş kimsenin sikinde olmayacak, kimse kimsenin sikinde olmayacak, sadece klimanın dayanılmaz cazibesine kendini kaptıracaksın, sen boş boş monitöre bakarken o püfür püfür esecek. al sana dünyanın en mükemmel, en bohem iş yeri abijim.

plan yapmalıyım, burada çalışmalıyım, patrona iş için yalvarmalıyım. tek eleman çalışıyorsa da ona çamur atıp, iftira atıp, patronun gözünden düşürüp yerine ben geçmeliyim. sıcaktan kendimi kaybediyorum artık, sakin olmalıyım. saat 12 olmuş. eve dönmeliyim, dönmeliyiz...

"güneş annımın çatıyına işledi, hadi gidek gelüyünnüz mü?" diyorum bir anda. "ne diyon lan?" sesiyle kendime geliyorum. hava o kadar sıcak ki yavaş yavaş bir adanalıya dönüşmekte olduğumu fark ediyorum. bir bakkaldan soğuk su alıyoruz, biraz kendime geliyorum.

o değil de staja hala başlayamamıştım lan.

pazartesi tekrar gitmeye karar verdim, öğleden sonra üç gibi giderim, yatırılacak fatura, alınacak poğaça falan var mı diye sorarım, daha sonra da siksen gitmem.

insanları sevmemek

"insan katıksız bir sosyal varlıktır" demek, "senin diğer insanları sevmekten başka şansın yoktur" demek olduğundan biraz gülünç kaçmaktadır. insanları sevmemek de zaten ne olursa olsun insanların sevilemediğine işaret eder ki, sosyal bir varlık olduğu iddia edilen bir bireyin asosyal ve iletişimsiz olabileceğine kanıttır.

herkesin aslında insanları sevme kriterleri vardır ama insanlar bunları bilemezler. konuşkan insanların arkadaşları da genelde konuşkan insanlardan oluşur, bu kişinin suskun bir arkadaşının da başka bir meziyeti vardır ki arkadaş olunmuştur. hangi cins insanlardan hoşlandıklarını dillendiremeyen insanlar kibarlık olsun, şirinlik olsun diye "sana kanım ısındı", "sende şeytan tüyü var" gibi bir takım embesil cümlelerle karşısındaki kişi ile sosyalleşebileceğini beyan etmektedir. karşıdaki insan da bu tür şirinliklerden hoşlanıyorsa arkadaş olursunuz. bu bir uyumdur, hacı hacıyı mekkede ibne ibneyi dakkada bulur atasözümüzün gerçek hayattaki izdüşümüdür. herkes herkesle arkadaş olamaz, itici bulduğu, hoşlanmadığı, kıskandığı insanlar hep olacaktır. "sana kanım ısındı" demek "muhabbetin hoşuma gitti, beni eğlendirdin.." manasına gelir. pek konuşkan olmayan kişilere "sana kanım ısındı" cümlesi diye pek nadiren söylenir mesela.

insanları sevmek kavramı biraz palavradır zira insanları ikiyüzlü, çıkarcı, piç vb. sıfatlarla kalıplara sokan kişilerin insanları sevme şansı yoktur. örneğin tanıdığı insanların yarısı şerefsiz olan birisi çoğu insanın şerefsiz olduğu sonucunu çıkartır, insanoğlu çiğ süt emmiştir falan der ve ilişkilerinin çoğunu da çıkara temellendirir, bağlanmaktan kaçınır. ya da diğer insanların gerizekalı olduğunu düşünen bir insanın haksız olduğu ispatlanamaz vs. insanları yargılamak ya da kendince kalıplara sokmak bir haktır.

çok arkadaşı olan ya da insanları sevdiğini söyleyen kişilerin ikiyüzlü olma ihtimali de vardır. biraz düşününce insan ilişkilerinin çoğunun çıkara dayalı olduğu görülebilir, yani adamına göre muamele söz konusudur. güler yüz istiyorsanız güler yüz göstermelisiniz, bu bir kuraldır, ama tüm insanların kendisine güler yüz göstermesini isteyen birisinin herkese iyi davranması, herkesin suyuna gitmesi bu kişinin samimiyetini sorgulama sebebidir. lerzan mutlu, bir kaç yıl önce televizyonda, telefonla programa katılıp da kendisini sert bir şekilde eleştiren hatta dalga geçen bir bayana "olsun ben sizi yine de seviyorum" cümlesini sarf ettiğinde "siz beni tanımıyorsunuz, beni nasıl sevebilirsiniz ki, bu mudur yani" karşılığını almıştı hatırlarsanız. bu diyalog, dediklerime birebir bir örnektir.

insanları sevmeyen birisinin en az bir nedeni vardır. bu nedeni anlayamayan insanlar inatla insanların sevilmesi gerektiğini kişiye dayatmaya uğraşır ki bunun temelinde de zaten diğer insanlarca sevilmeme korkusu yatmaktadır. diğer insanlarca sevilmek için düşüncelerinden, hislerinden fedakarlık yapan bizler değişen ölçülerde ikiyüzlü orospu çocuklarıyız. okulda herkesle iyi geçinen o eleman var ya, insanları sevmiyor aslında. seninle kurduğu yüzeysel muhabbetin aynısını ayşeyle, mehmetle de kuruyor. herkesle dost olan bu samimi eleman, sınav haftasında herkesten güler yüzle ders notu isteyip kolayca topluyor ve muhtemelen sonra yüzüne bile bakmayacak.(bir gün işim düşer diyorsa başka tabi) aslında bu eleman beni salak, ayşeyi kevaşe, mehmeti de piç olarak kalıpladığı halde çıkar amacıyla bizimle iyi geçinmeyi seçti. onun çıkarı ders notu toplayabilmek, çevre yapabilmekti. peki insanları seven bir kişi olduğunu söylüyorsan, senin çıkarın nedir acaba ki aptal, serseri, şerefsiz vs. olduğunu düşündüğün insanlarla iyi geçiniyorsun, bunu bir düşün.

sapla samanı birbirinden ayırmak lazım, insan sevgisi ile çıkarcılık biraz da olsa farklı şeyler. sevdiğin kadar sevilirsin mantığı bu noktada diğer insanlarla ne kadar sosyalleşme çabası gösterirsen onlar da seninle o kadar sosyalleşir mantığına kayarsa hoş olmaz, kaymamalıdır.

çıkarcı insan

çıkarcı insanlardan hoşlanmayanlar, kendi çıkarlarını düşünen çıkarcı insanlardır haliyle.

dünya yıkılsa umursamayacak gençlik

-verebileceğiniz net cevaplara örnek sunabilir misiniz? mesela, kim ne giymiş, kim kiminleymiş falan.
-hayattaki hiçbir sorunun net cevabı yoktur
-kendi aranızda acayip bir dil geliştirdiğiniz doğru mu?
-samimi olduğum arkadaşlarımla birbirimize "yarram" diye hitap ederiz sadece
-saçınız falan da şekilli değil :s
-evet, fark ettiyseniz üzerimde converse de dahil olmak üzere hiçbir markalı ürün yok
-hmm. o zaman dünya politikasını takip ediyorsunuzdur, ekonomideki gidişattan haberiniz var mı, oyunuzu hangi partiye atıyorsunuz, milli görüş ve fethullahcılar hakkında...
-sikimde değil
-anlamadım
-sikimde değil canım, hadi uza bir tanem

hayatı sorgulamak yerine olduğu gibi yaşamak

"...sorgulamayacaksın valla" diyerek konuşmamı bitirdim. bu konuşmamda hitap ettiğim kitle olan bakkal amca, son birkaç dakika boyunca söylediğim hiçbir şeyi anlamadığından sadece duruşunu pekiştirebilmiş, zaten aralık olan ağzını mağara girişi kadar açmış, bir balık gibi bana bakıyordu.

"bak" dedim, tezgahın üzerinde duran gofret kutusundan bir tane gofreti usulcacık alıp gözlerinin önünde cırt cırt diye ambalajını yırttım. kocaman bir ısırık ile yarısını ağzıma attım ve "ozerimda hıç poram yok oma bu gofretu yiyorom" dedim ve ağzımdakini yuttum. bakkal amca hala bana bakıyordu, kafası çok karışmıştı. "sorgulamayacaksın hayatı, olduğu gibi yaşayacaksın" dedim tekrardan ve gofretin kalanını ağzıma soktum.

"nasıl yani, hiç sorgulamayacam, para mara istemeyecem öyle mi yani??" dedi bakkal. hayalkırıklığı ile yüzümü buruşturdum. "hayır abi" dedim, "param yok, aldım gofreti yedim, hiç sorgulamadan, neden niçin demeden tezgahın altından odunu çıkarıp kafama vuracan yav". bazı insanlar fazla derin düşünüyordu, hiç gerek yoktu buna.

"heaa, öyle desene be yavrum" diyerek tezgahın altından bileğim kalınlığında bir sopa çekti. öğreniyordu. sopa havada tatlı bir kavis çizerek tam ağzıma doğru inerken, ani bir hamle ile kafamı eğerek bu darbeyi savuşturdum. tezgahtan bir gofret daha kaptım ve "hadi abi allahaısmarladık" diyerek çıkışa doğru fırladım.

bakkal amca arkamdan seyirtse de gofretten aldığım enerji ile ondan çok daha hızlı koşabiliyordum. "dayağı sorgulamasana lan, nereye kaçıyorsun itoğlu it!" diye arkamdan kükredi. "abi sen hiçbir şey anlamamışın ohohooo" dedim nefes nefese, "yemek buldun mu ye dayak buldun mu kaç, bu kadar basit" diyerek bu garip insanla arama epey mesafe koydum.

sözlükte sadece iki yazar olması ihtimali

şöyle oluyor.

ssg, yapay zekalarla desteklediği sözlükte benden başka yegane yazar olmakta.

benim her gün okuduğum, okumadığım binlerce entryde birden fazla insanın parmağı yok yani. sadece ssg ve botlarının entryleri.

ssg nin yazdığı bir entry yazar isimleri listesinden çekilen random bir nick ile yazılıyor, bir de üzerine botlar çalışıyor. günde yüzlerce entry girilen başlıklar tamamen botların eseri sanırım.

sözlükte sadece ben ve ssg varız. yani sadece ben ve sen varız ssg efendi.

...

ama bir düşünün bakalım...

belki de sözlükte sadece ssg ve sen varsın.

bu entrynin sahibi olan ben, belki ssgyim belki de bir botum şu anda, bana kodlandığı şekilde şu anda bu başlığa entry giriyorum ve sen beni obez kirpi george zannediyorsun.

belki de ben gerçekten bir yazarım ve beni sadece ssg okuyacak.

kafanız sikildi dimi?

turing testine hoşgeldik beyler.

ilişki uzmanı yalnız insan

zeki ama çalışmayan öğrenci gibidir; hani diğerlerinin beş saatte anlayamadığı şeye yarım saat baksa anlayacak biridir ama bakmaz, zira kasmak istememektedir, tüm notlarının beş beş beş olmaması sikinde değildir

obez diyetisyen gibidir; incelmek isteyenlere şunu ye şunu şunu yeme falan diyen adamdır. "senin götün niye kocaman peki" diyenlere halinden memnun olduğunu, zayıflamaya çalışmak yerine her istediğini yiyerek mutlu bir hayat sürdüğünü söyleyebilir.

sigara içen doktor gibidir; hastasına sigara içme der, sigaranın zararlı olduğunu sizden daha çok biliyordur, ama bir sor bakalım niye içiyor?

gazetenin iddaa ekindeki tahminci gibidir; arada 1e 500 tutturan kuponları falan vardır, sizin hesapta iddaadan anlayan adam parasın kazanır böyle bir işte çalışmaz ya o hesap, o sizin aldığınız kadar ciddiye almıyordur iddaayı muhtemelen sadece futbolu takip edip öneri sunuyordur

parası olup da araba kullanmayı sevmeyen insan gibidir; cart markanın curt modelini mi alayım diye düşünürken o parasını verip taksiye falan biner, taksici trafikle boğuşurken bu adam camdan dışarı bakar.

birisinin yemeğine laf eden gurme gibidir; yemek tuzsuz ise "bu yemek tuzsuz olmuş" diyebilir, cevap olarak "çok biliyorsan sen yap!!!!" cümlesini duyabilir, bu yemeğin tuzsuz olduğu gerçeğini değiştirmez.

kahvede kağıt oynayanları izleyen yancı gibidir; kötü oynayanlara güler, eşine "neden maça dürtmedin" diyenlere güler, hesap kime girdiyse onlara da güler, kendisi keyifle çayını kahvesini içer kalkar.

test mühendisi gibidirler; eksik, yanlış ne varsa bir bir önünüze dökerler. sinir olmayın, onların dedikleri tamamen doğrudur. yaptığınız şey her ne ise düzeltseniz iyi olur.

siyasal bilgiler fakültesinde profesör gibidir; "madem siyasetten anlıyonuz neden politikaya atılmıyorsunuz hocam??" sorununa profluğuna falan bakmadan "bi siktir git evladım" diyebilir, haklıdır.

izmir'de yaz

amına koyım, yaşamaktan tiksiniyorum o derece berbat bir şeydir izmirde yaz. o kadar çok terliyorum ki yolda sümüklüböcek gibi ıslak bir iz bırakıyorum. kendimi bildim bileli her yaz komple izmirdeyimdir, hala adapte olamadım, hala evrim geçirip de sıcakların etkilemediği bir canlıya dönüşemedim. anca gündüzleri uyuyup geceleri saklandığım delikten çıkarak hayat mücadelesi veriyorum. duş almak kafi gelmiyor, nasılsa suyu kapattığın anda terlemeye kaldığın yerden devam ediyorsun.

bir insanın içtiği su aynı hızla derisindeki gözeneklerden fışkırır mı? öyle bir fışkırıyor ki tuzlanmış hıyar gibi sulanıyorum, gayzer gibi ter fışkırıyorum. tavkimler mart, nisan ayını geçtiği anda korku dolu bir bekleyiş başlıyor. her geçen gün yaşam şartları biraz daha kötüleşiyor. mayısın ortalarında geceleri başına güneş geçmeye başlıyor. imbat denilen bir şey var, bazen çöl rüzgarı gibi esiyor, serinleteceğine muşmulaya çeviriyor adamı, ağzına yüzüne attırmışlar gibi yapış yapış kalıyorsun.

ne desem az, bilen bilir, beyin amcıklatan, soluksuz bırakan bir mevsimdir izmirde yaz. dünyayı kurtarmak adına bir maceraya atılmıyorsan öğle sıcağında sokağa çıkmaman gerekir, ya da deli sikmiştir seni. sokakta serap görmeye başlarsın öyle pis bir sıcaktır. allah belasını versin bu mevsimin diyorum, daha da bir şey demiyorum.

öldürmeyi reddetmek suç değildir

suçu muçu geçtim de şöyle bir şey var.

bu slogan cinayet ve öldürmeyi reddetme üzerine ya,

askerlik denen zamazingoda öldürmek olmasa, silah olmasa hiç,

deseler ki aylar boyunca ananızı babanızı görmeyeceksiniz, memleketinize gitmeyeceksiniz, saçınızı sakalınızı uzatamayacaksınız, istediğiniz saatte uyuyamayacaksınız,

ama insan öldürmeyeceksiniz. sadece yaşlı insanların elektrik faturalarını yatıracaksınız komutanlarınızın eşliğinde, sonra akşamları karargahınıza döneceksiniz.

askerlik karşıtlığının tek ölçüsü insan öldürmek olmamalı. yok askerliğe karşıysanız "öldürmeyi reddetmek insanlıktır" diye ağlamayın, onun yerine askerliğin ne kadar saçma bir sik olduğunu anlatın. duygusal argümanlar üç beş kişiyi etkiler ama fazla geçerli değillerdir.

yeni başlayanlar için bilgisayar

-her şeyden önce, bilgisayar oyun oynamak içindir.
-size teknik destek sunan, "bilgisayarım açılmıyor :(((" dediğinizde bilgisayara bakıp fişi prize takan insanı arada çikolata vb. şeylerle ödüllendirebilirsiniz.
-bilgisayarda en üst seviye internettir, daha fazlasına dünyadaki insanların %99.987228inin ihtiyacı yoktur.
-yanınızda bilen biri olmadan hiçbir şeyi takmayın ya da sökmeyin. hatta siz hiç ellemeyin bırakın o halletsin.
-işinizi gördüğü sürece programları yenilemenize gerek yoktur. messengersa messenger, ie ise ie.
-evet internette bir sürü porno sitesi var ama girmeyin, trojan kuyularında merdivensiz kalırsınız.
-klavyede 10 parmak kullanmanıza gerek yoktur.

bebek kokusu

özür dilerim de sik gibi bir kokudur.

baş tarafı salya ve kusmuk, kıç tarafı sidik ve bok kokar, neresinden tutarsanız tutun elinizde kalır yani. liselerde şaka olsun diye koku bombası atacaklarına sağa sola bebek koysalar aynı etkiyi yaratır. koku öyle keskindir ki bu iğrenç sıvıların harmanlanmasıyla oluşmuş koku bir saniye içinde 10 metre kadar öteye ulaşabilir, kapalı bir alanda iseniz üç saniye içinde tüm alan bu zehirli gazla dolup taşar, kapalı alanın büyüklüğü önemsizdir isterseniz uçakta olun isterseniz bir hangarda isterseniz kapalı spor salonunda olun bu koku köşe bucak bırakmadan ortamın anasını sikecektir. zaten kısa bir süre sonra izleyiciler ölmeye, uçak düşmeye başlar.

dünyada sadece bir kaç kişi bu biyolojik saldırıdan etkilenmez, çocuğun annesi, anneannesi, ablası vesaire. onun dışındaki insanlar için bu bir işkencedir, insanlık ayıbıdır.

bebeğin kokusunu bilmeyen insanlar vardır, onlar sokakta köpek gezdirenlerin yanına gidip "köpeği sevebilir miyim" falan diyen güruha aittirler. köpeğin kıllı, salyalı bir varlık olduğunu akılları alamaz, çünkü köpekleri yoktur, hiçbir zaman halılarına işememiştir ve ıslak bir köpeğin kokabileceğini bilemezler. aynı şekilde bebekleri bir kereliğine kucaklarına alıp iki agucuk yapıp annelerine teslim eden bu insanlar bebek kokusunu çok sevdiklerini söylerler. bir arkadaşım vardı, kızcağız bebekler çok şirin, mis gibi de kokarlar falan diyordu. bir gün kucağına bir bebek aldı, bebek bir kaç saniye sonra kucağına kustu arkadaşımın. "alın bunu bendeeeeen" diye höykürüşleri, kusuğu temizlemeye çalışırken kaşının gözünün seyirmesi hala hatıramdadır.

bugün mutlu olmak için ne yaptın

-bugün mutlu olmak için ne yaptın?

-sebep sonuç ilişkisi kurulabilen her şey mekaniktir.

dondurma yersin ve mutlu olursun, mutlu olmak için dondurma yemezsin. mutlu olmak için kendine tek taş yüzük alabilirsin bebeğim ama o yüzük bir süre sonra sana sadece mutsuzluğu anımsatır. kafanı dağıtsın diye yaptığın bir şey seni bir süre oyalayabilir, sen seni mutlu etmeyen şeyler içinde boğulmayı seçmiş isen yapılabilecek pek bir şey yoktur.

mutlu olmayı bilmeyen birisi, bir şeyler yaparak mutlu olabileceği fikrine saplanıp kalır. dışarı çıkmak, sinemaya gitmek, sevgili ile öpüşmek, maça gitmek gibi olayların vuku bulmasını bekler. bazı nevrotik orta yaş bunalımı kadınları kendilerine çiçek alırlar, eve götürüp koklarlar ve kendilerini mutlu varsayarlar mesela. bir erkeğin kendisine çiçek aldığını arzularlar bunu yaparken. en kötüsü ise, bir erkek bu kimselerin hayatlarında var olmadıkça kendi kendilerini mutsuz etmeleridir.

mutsuzluğa genelde hedeflerinin büyük bölümüne ulaşmış insanlar düşerler ve bunda anormal bir durum yoktur. hedefin amaç değil araç olması tüketim toplumlarını içten sikerten bir şeydir. dikili bir ağacım olsun diyerek bunun için didinsem, bunu elde etsem ben mutlu olmalıyım. ama bunu elde edip de niye ikincisi olmasın, üçüncüsü olmasın, daha büyüğü, daha yenisi, daha güzeli olmasın diyerek amı götü dağıtırsam, mutlu olmayı hak etmiyor olduğum gerçeğini kabul etmem gerekmektedir.

güzel bir işi, evi, ailesi, sevdikleri, hobileri vesaireleri olan insanlar da mutsuz olmaktadırlar. ne istediğini bilmeyen insanlar mutsuz olmaktadırlar. doyumsuz insanlar mutsuz olmaktadırlar. şüpheci insanlar mutsuz olmaktadırlar. kendisine acıyor görünümü altında, kendisinden daha mutlu olan insanları kıskananlar mutsuz olmaktadırlar.

"eksik bir şey mi var" diyen insan mutsuzdur.

"bugün mutlu olmak için ne yaptım" cümlesini kuran insan mutsuzdur. "bugün aşık olmak için ne yaptım" sorgulaması kadar temelsiz bir sorgulamadır bu. mutlu olmak için çikolata yiyen insan acınasıdır, mutluluk için kokain kullanmak gibi bir şeydir bu. default mutsuz insanlar, bir çırpınış içinde, kendilerini mutlu edebilecek bir şeyler yapmaya çalışırlar ve gerçekte ne yaptıkları zaman mutlu olduklarını bilmiyorlarsa durum kötüdür.

bir insan balık tutarak mutlu olabilir. ama balık tutmaya gitmediği her gün kendisini mutsuz hissedecektir. robotlaşan insanların hayatları, onlara çok çalışmalarını, başarılı olmalarını öğütler bol bol. ama bir yandan da delirmemeleri için sevdiği şeylere vakit ayırmalarını da tembihler. össye çalışan öğrencilerin programları vardır mesela, belli saatler arasında okul, yemek yeme, test çözmek, sonra tam bir saat televiyon izleme hakkı, pazar günleri iki saat basketbol oynama hakkı gibi aktiviteler çoktan hesaplanmış, kitaba uydurulmuştur.

eğer bir insan makineleşme sürecine başkaldırmayıp da sonrasında kendisini mutsuz hissediyorsa suç biraz da onundur. günlerce sabahın köründe işine gidip geceleri yorgun argın dönen bir memur, cuma gecesi ağzından salyalar aka aka, pazar gecesi küfrede küfrede uyur. tüm hafta boyunca ebemin sikilmesini gezerek tozarak, eğlenerek coşarak atmalıyım düşüncesine sahip olur ve sonra da sike sike masasının başına döner. bu insan, haftasonu mutlu olmak için bir şey yapmazsa yarrağı yiyecektir. çünkü çok mutsuz bir hayatı vardır.

"bugün mutlu olmak için ne yaptın" sorusu kimilerini mutsuz eder. zaten mutsuzdur, "mutlu olmak için bir şeyler yapmadım!" diyerek daha da mutsuz olur, çünkü yaşantısında mutlu olabilmesi için ekstra çaba sarf etmesi gerekmektedir, ya seçtiği yaşam onu mutsuz eder ya da kişisel özellikleri onu mutlu olmaktan men eder.

"bugün mutlu olmak için ne yaptın" sorusuna "hiçbişii.." diyen birisinin mutlu olma ihtimali çok yüksektir, çünkü bu kimse zaten mutludur. sadece onu mutsuz edecek şeyler hayatının bir parçası değildir, elindekiyle yetinmektedir vesaire. "ne diyon aq" diye cevap bile verebilir hatta, "mutlu olmak için bir şey yapılması mı gerek" diye sorabilir. sizin onu anlamayacağınız gibi o da sizi anlamaz. ama o mutludur.

hatunların efendi adam yerine piç tercihi

insan davranışlarına çeşitli anlamlar yüklenebildiğinden, hatun tavlama olayında varılan sonuçlara yapılabilen sayısız yorumdan biridir.

ben kendime efendi derim, beriki bana sünepe der. ötekisi tam evlenilecek adam der, ötekisi yüzüme bile bakmaz.
ben berikine piç derim. beriki kendine girişken der. ötekisi am üstünde göt sikiyor la bu herif der. ötekisi kucağına atlar.

barda sabaha kadar ter içinde dans eden güneş gözlüklü arkadaş bence piçtir. ben kenarda efendi efendi biramı içer, canım sıkılınca da siktirolup giderim. hatunlar beni görmez, çünkü hatunlar efendi erkek aramamaktadırlar. elinde yeşil renkli sik gibi bir içecek ile hatun kesen arkadaş daha caziptir. bu muhabbet beş bin entry öncesinden beri devam ettiği için ıkınmaya gerek yok, anladınız.

ben bu adama, hatun beni tercih etmedi diye piç demem. zannımca piç bir karaktere sahip olduğu için piç derim. bardan hatunla değil de anca eli sikinde çıksa bile piçtir bu adam. hatunlar da bu adamı tercih ettiği müddetçe efendi adam yerine piçleri tercih ediyorlar derim, yanlış tercih derim, kaydırma yapmışsın derim.

çok az piç adam tanıdım ki hakikaten "ben piçim" diyebiliyorlar. adamlar çözmüş olayı, hatunlar piç adam tercih ediyorsa ben de piç olmalıyım demiş, piç olmuş, şahane takılıyor. ben de onları alınlarından öpüyorum.

zamanın çok hızlı geçmesi

beşiktaşı izlerken, sıfırken futbol hazzın
saçın başın yolarken, birdenbire ansızın
yedi sene evvel, akla ilhan mansızın
yüzüncü yılımızda, attığı goller gelir

ne takımdık la o zamanlar, sergen, tümer, guinti, cordoba falan.
hey gidi günler.

bir sevgilisi olmadan yaşayamayan insan

arkadaşlar bana kısaca sevgilisi olmadan yaşayamayan insan der.

yaşayamıyorum arkadaşım elimde değil. illa ki biri olacak. biri dediysem herhangi biri ha, ayşe olur fatma olur. kriterlerim pek yoktur, birisinden ayrılınca kendimi boşlukta hissederim, hemen başka birini bulmaya çalışırım.

aşık olmam pek. olsam da bir şey değişmez, yani birinden hoşlanırken aynı anda başkasıyla çıkıyor olabilirim. çıktığımdan ayrıldıktan sonra hoşlandığım kıza yazabilirim, başkasına da yazabilirim. tam bir aşk adamıyım.

sevgilim yoksa kendimi dop gibi hissediyorum. erkek adamın sevgilisi olur. neticede yanımızda gezdirebileceğimiz bir sevgilimiz olmazsa bu dünyada niye yaşıyoruz ki. ölürüm de kendime "manitası yok" dedirtmem.

sağda solda "bugüne kadar otuziki kızla çıktım" diye anlatırım, dakika ve skor bilgilerini dostlarıma sunarım. sevgililerimi dostlarımla tanıştırırım, ben sevgililerimi sevmem, maksat millet görsün işte.

sevgililerimin bir adı yoktur. zaten isim çok gereksizdir, önemli olan sevgili olmasıdır. ayrıldığım kızların isimlerini hatırlamam, "eski sevgililerimden biri" der geçerim. kişi olarak bir değer vermediğim için şu anda kimle çıkıyorsam ona da "sevgilim" derim, ismini bilmediğim sevgililerim bile olur bazen. onlara "sefkiliiim" falan der şirinlik yaparım. güleriz hep beraber. ciddiyet mi, bana göre değil, sevgili eğlenmek içindir sevmek için değil.

sevgilimle gezeriz, el ele tutuşuruz, sevişiriz. ayşe, fatma fark etmez, maksat elim boş kalmasın. sinemaya tek başıma gitmem, gösterime güzel bir film geleceği zaman, sevgilim yoksa hemen bir sevgili edinirim.

sevgili edinmek çok kolay. her gün on kişiye yazarım, biri kabul eder. güzellerinden seçerim. ama asla bağlanmam. neden bağlanayım ki, ondan sıkılınca, don değiştirir gibi bırakıp yenisini bulurum.

sevgilimi tanımayı sevmem. ben heyecan arıyorum, birisini tanımaya çalışmak çok sıkıcı bir şeydir. birisiyle çıkmaya başladıktan sonra huyunu suyunu sevmezsem kapıyı vurur çıkarım.

birisiyle sırf çıkmak için çıkmak bir sorun değildir. bence alan memnundur satan memnundur. seçici olayım da sevgilisiz mi kalayım yani. allaha şükür tipim var, param var, o zaman neden aşklara yelken açmayayım özgürce.

bir kızın huyundan, karakterinden zinhar etkilenmem. ama güzelliğinden etkilenirim. çabuk karar veririm, neticede daha güzelini daha sonra bulabilirim, bulunca ona geçerim. aşık olmadan duramıyorum. bence aşk; bir sevgilin olmasıdır, daha fazlası değil.

sevgili iyi bir şeydir. evini falan toplar. canın sıkılınca arayıp kavga edebilirsin. yanında sevgilin varken tüm barlara girebilirsin. o zaman neden sevgilisiz kalayım, salak mıyım ben. sevgili olmazsa olmazımdır.

ayrılınca üzülebilirim. ama çok üzülmem. sevgilimi hayatıma çok sokmadığım için rahatımdır. yani dün arkadaşlarıyla oturduğu masada erkek var diye kavga çıkardığım biri bugün benim için herhangi biri olabilir.

sevgi kelimesini biliyorum ama anlamını çok merak etmedim. bağlanmakla, sahiplenmekle falan alakalı bir şey olsa gerek. sevgi nedir bilmeden de sevgilim olabiliyorsa, bunun üzerinde fazla kafa yormaya gerek yok demektir.

sevgi aptallar içindir zaten. uzun bir ilişki yaşayıp da sonrasında gözyaşı döken insanlar aptaldır. fedakarlık yapan, emek harcayan insanlar bunları neden yapar hiçbir zaman anlamayacağım.

en uzun ilişkim dört ay sürdü. bittiğinde biraz üzülmüştüm, neticede artık bir sevgilim yoktu. o üç gün benim için tam bir cehennemdi, sevgiliyle dışarı çıkmaya falan o kadar alışmıştım ki dışarı çıkmak bile istemiyordum. sağolsun arkadaşlar hemen birini ayarladılar da bu korkunç dönem bitti. sevgilisiz kalmak çok kötü bir şeydir.

sevgililer gününde boş olmamak için on üç şubatta kız kafalamışlığım var. iki hafta sonra ayrıldık ama olsun, sevgililer gününü bir sevgiliyle geçirmiş oldum. şimdi adını hatırlayamıyorum ama kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum.

bir sevgili olmadan yaşanabileceğine inanmıyorum. ben yaşayamam yani. denyo bir arkadaşım "sen ne piç adamsın" diyor bana. ben piç değilim, aşk adamıyım.

otuz yaş altı güzel bayanlar, bekar-evli-dul fark etmez, msnim "yokboylebiryavsak@hotmail.com" ekleyin, beraber gönül eğlendirelim.

hayatının geri kalanı 2

"hayatının geri kalanı olmayan insanlar pişmanlık çekmezler" diye eski bir honduras atasözü vardır. bu öğretiye göre bugün gitmediğin konser, canın çektiği halde yemediğin tatlı veya söylemediğin güzel bir söz için öldüğün zaman hiçbir pişmanlık duymazmışsın. yani "ne kadar yaşayacağımız belli değil istediklerimizi hemen yapalım" argümanı bu öğretiye göre geçersizmiş. koyun götüne yani.

bahar depresyonu

nasıl geldiği belli değil.

doğa kadar hızlı uyanamamaktan kaynaklanıyor bu. biz şehir insanları, betonlarımızın arasından fışkırıveren zerzevatı görünce allak bullak oluyoruz. bulutlar az seyreldi mi, güneş biraz yüzünü gösterdi mi dengemiz bozuluyor. ruhen ayıyız, bizim hesabımızda uzun geceler devam edecek ve biz bir şeyleri görmemize gerek kalmadan karanlıkta hareketsizce kış uykusunu sürdüreceğiz.

sigaranın bizden çaldığı her nefesi soğuk havaya salarken, günün tamamının ancak gün batımı aydınlığında geçtiği soluk hayatımızın boşluğuna baka baka cansızlığa, durağanlığa, adeta ağır ağır ölmeye alışıyoruz. sonra bir gün geliyor, montun elinde gezmeye başlıyorsun. saati şaşmış akşamsefası gibi oluyoruz ister istemez, "açacak mıydım kapanacak mıydım" şaşkınlığı ile elimiz ayağımız dolaşıyor. bir şeyler akıp gidiyor, tam olarak kendimizi kaptıramıyoruz.

doğa insanı beklemiyor. her gün izlediğin yağmur, paçandan akan çamur toprağa doluyor. yavaş gözükse de hızlıca günler dönüyor. atkılarına sarılmış şehir çocukları, doğadan kopuk bizler bunu görmüyoruz bile. bahar geliyor, üzerinde bir mahmurluk bile yok, çok çok bir kaç yağmur daha yağacak. sen dımdızlak kalakalıyorsun o zaman işte, uyanamıyorsun bir türlü, gözlerin yumuk yumuk. değişime anlam vermek hiç bir canlının yapabileceği bir şey değil, ancak ona ayak uydurabilenler hayatta kalıyor. sike sike ayak uydurmamız gerekiyor bizim de, gerinmemiz, bir kahve alarak ayılmamız gerekiyor.

börtüsü böceği uyanıyor. aceleci ağaçlar çiçek açıyor. yeşil eriklerin eli kulağındaymış. çocuk gibi sevinmek istiyorum ama şu anda yapamıyorum. üzerime ayların sisi inmiş, güneşi boğuyor. acayip bir şey, kapalı yerlerden çıkmam lazım, biliyorum, dışarıda artık yağmur yağmıyor ama hala üşüyor gibiyim. tam hastalık havası diyor montumu bırakamıyorum. terliyorum altında, güneş alnıma vuruyor. bu kadar hızlı mı tepeye geliyor artık güneş?

alışıyoruz, buna da alışıyoruz elbette. sonra gün geliyor, dokunduğumuz yapraklar çıtır çıtır dağılıyor elimizde ve bu sefer de doğa ölürken biz ölüşüne anlam veremiyoruz. sanki hep canlı kalacakmış gibi geliyor, kuşlar susmayacakmış gibi geliyor. o anda da hava kapanıyor, yağmur bilhassa o kuşların üzerine yağıyor ki doğa sessizliğine kavuşabilsin. o sessizliğin içinde renk arıyoruz ondan sonra.

ona da alışıyoruz buna da alışıyoruz. zamanla tabi. ama bu döngü neden sürekli yaşanıyor anlamıyoruz. doğanın kanunu var, ayak uyduruyoruz hepsi bu. her geçişte biraz soğuk algınlığı bedenimizi, ucundan accık depresyon da ruhumuzu vuruyor.

kötülük yapma sebepleri

gereksiz pek çok insan gibi ben de kendimi iyi bir insan olarak görüyordum. bu hayat çok basitti, bakkala gidersiniz, para verir ve karşılığında alabileceğiniz bir şeyi alırsınız. paranız azsa istediğinizi alamazsınız, paranız çoksa da bakkal para üstü verir. paranız yoksa bir şey almadan dükkanın önünden geçer gidersiniz. bakkalı dövmek, bir şey araklamak, kasayı soymak, sahte para vermek, dükkanı kundaklamak kötü şeylerdir. bu yüzden hayat basitçe akıp geçer ve siz fark etmezsiniz bile.

herkesin özünde iyi olduğu obezkirpi evreninde bu tekdüzelik, bir gün bakkala gidip de sigara alamamam ile sekteye uğradığında, güçteki dengesizliği fark ettim. zira bakkala her zamanki kadar para verdiğim halde her zamanki gibi winston boxımı uzatmamış, onun yerine " beş lira elli kuruş vereceksin" diyerek hayatımı alt üst etmişti. "bakkal efendi niye böyle ibnelik ediyorsun" diye sordum. bakkal neden daha fazla paramı almaya çalışsındı ki, ne olmuştu bu saygıdeğer, bu efendi esnafa?

zam geldiğini anlattı. daha fazla para istemişlerdi ondan, yoksa ona da sigara vermeyeceklerdi. sigara satamazsa bu piyasada tutunamazdı, o da evini ipotek ettirmek pahasına zamlı fiyattan sigara almak zorunda kalmıştı. büyük kötülük etmişlerdi ona, o da bana kötülük etmek zorundaydı artık. "amına koyyım" diyerek beş lira elli kuruşu eline saydım ve dünyaya isyan ederek dışarı çıktım.

hemen bir parka oturarak paketi açtım, bir sigara yakarak insanların kötülük etme sebeplerini düşünmeye başladım. kimse durup dururken birisine kötülük etmezdi. demek ki birisi kötülük ettiği vakit, siz de birilerine kötülük etmeliydiniz. böylece güce denge getirilebilirdi. ne yazık ki ben de kötülük etmek zorundaydım. kaderin böylesine lanet ederek arka arkaya sigara içtim. ne yapmalıydım?

sistemin çarklarının bir şekilde dönmesi gerekiyordu. bakkala zaten daha yeni kötülük etmişlerdi, ondan gofret falan aşırmak yerine bir başkasını bulup ona kötülük yapmaya karar verdim. biraz düşünüp kurbanımı seçtim. sigaraya gelen zammın bedelini ödeyecek günahsız insana hemen bir telefon açtım ve "gece bir yerlere gidip içelim" dedim. iyi bir insan olduğu için kabul etti zavallı. henüz iyi bir insandı, henüz...

akşam ortamlara akıp içtik sıçtık. ve ben, hesabı ödemeden fırr diye tüydüm. hesap bu zavallı insana girmişti, böylelikle bana yapılan kötülüğün intikamını birilerinden almış olmuştum. vicdanım yine de pek rahat değildi, bu naif insan benim yüzümden birilerine kötülük yapacaktı. insanlar belki de özlerinde kötü varlıklardı, tek ihtiyaçları birazcık bahaneydi. bu bahaneyi eline tutuşturuvermiştim ve bu hikayede benim rolüm bitmişti. bana yapılan kötülüğü başkasına forwardlayıp hayatın tekdüzeliğine geri dönüyordum.

...

ertesi gün sigarayı bundan sonra hep zamlı fiyattan alacağımı hatırladım ve canım sıkıldı. bir süre boyunca yine birilerine ufak kötülükler yapmam gerekecekti. ama insanoğlu kendisine kötülük yapılmasına bile alışabiliyordu, bir kaç gün sonra sigara zammını bile unutacaktım.

bakkala gidip adamın yüzüne baktığım zaman bir gözünün mosmor olduğunu fark ettim. "noldu abi hayırdır" diye şaşkınlıkla sordum, belli ki sağlam bir yumruk yemişti zavallı. dün gece dükkanına gelen bir sarhoşun para vermeden içki almak istediğini, haliyle içkiyi vermeyince de bir anda yumruk yediğini söyledi; ve o anda her şeyi anladım..

insanoğlu özünde kötü olduğu için bütün bunların olması için bir kıvılcım yetmişti. dün bakkal bana zamlı sigara satıp da bana kötülük ettiği zaman, ben de arkadaşıma hesabı kanırtmıştım. o da eve gidince çok kızmış, o kızgınlıkla sevgilisiyle kavga edip onu bir anda terk etmişti. terk edilen sevgili de ev arkadaşından bunun acısını çıkartmış, başka biriyle eve çıkmak istediğini söyleyerek onu dımdızlak ortada bırakmıştı. ev arkadaşı telefonda annesiyle kavga etmiş, anne babayla kavga etmiş, baba da okuyan diğer kızını arayarak kavga etmiş ve bundan sonra ona daha az para yollayacağını söylemişti. buna öfkelenen kız bu sinirle bir bara giderek bir oğlanı gözüne kestirerek oğlanı tavlamış, ve ne yazık ki oğlanın sevgilisini aldatmasına sebep olmuştu. aldatılan kız da bir şekilde bunu öğrenmiş ve soluğu barda alarak iki erkeğe birden yavşamaya karar vermişti. birbiriyle arkadaş olan bu iki erkeğin, bu kız yüzünden arası bozulmuştu. arkadaşının bir kız için böylesi götleşebileceğini gören elemanlardan biri kızdan da arkadaşından da tiksinerek kendi kendine içmeye koyulmuştu. ama çok içtiği için eve taksiyle dönerken yüzsüzce taksiye kusmuş, özür bile dilemeden siktir olup gitmişti. taksici oğlanı bıraktıktan sonra çok öfkelenmiş ve gecenin bir yarısı sokakta gördüğü evsiz bir şarapçıyı zevk için gözüne kestirip dövmüştü. şarapçı da "anasını sikeyim böyle hayatın" diyerek bizim bakkala gelmiş ve şarap istemişti. bakkal da vermeyince bakkala bir tane geçirip şarabını alıp kaçmıştı.

bütün bunları nasıl anladığımı sormayın, neticede obezkirpi evreninde avatar halinde gezinen ulu biriydim.

olaylar böyle kalacak, kötülük çemberi tamamlandı sanmayın. bakkal eve gidince o sinirle karısını dövmüş, karısı da sabah çocuğunu dövmüştü. çocuk bunun üzerine arkadaşının kalemini çalacaktı...olaylar çok genişleyecekti, bu sadece başlangıçtı.

sigaramı alıp bu uğursuz dükkandan uzaklaştım ve yine parka gidip sigara içerek düşünmeye koyuldum. bütün bu kötülükleri başlatan, sigaraya zam yapan devlet miydi acaba? hayır, devlet sigaraya neden zam yapmıştı bunları da düşünmek gerekiyordu aslında. düşünmek yerine kalktım ve bir iyilik yapmak istedim. böylece bir iyilik akımı başlatacak ve dünyanın daha güzel bir yer haline gelmesini sağlayacaktım.

yolda selpakçı küçük bir çocuk gördüm. hemen yanına gittim, selpak istedim. karşılığında da cebimdeki tüm bozuk paraları avucuna döktüm. iyilik yapmak bu kadar kolaydı işte, gözümüzde büyütmemeliydik.

"abi, neden bana iyilik yapıyorsun" dedi selpakçı. "dünya daha güzel bir yer olsun diye yavrum" diye yanıtladım. selpakçı da "nah sana o zaman" diyerek gömleğime tükürdü ve koşarak uzaklaştı.

şok olmuştum, nedendi bu kötülük. halbuki ona iyilik yapmaya çalışmıştım.

güçteki dengesizliğin sebebi şuydu; insanoğlu iyiliğin, kötülüğün ayarını bilemiyordu. önemsiz sayılabilecek bir kötülüğü karşı tarafa ya da üçüncü bir kişiye orantısızca yansıtabiliyordu. ya da iyilik yapıp karşılığında çok büyük şeyler bekliyordu. karşılık beklemek bile fenayken insanın kendince vardığı yanlış yargılar bu dünyayı bok gibi bir yer haline getiriyordu. bazen kötülüğe ya da iyiliğe o kadar düşmüş oluyorlardı ki bu selpakçı piç gibi onlara ne yapsanız bir şeyleri değiştiremiyordunuz. her insan aynı olsa, herkes aynı dereede iyi ya da kötü ya da boş adam olsa, bu dünya stabil ve güzel bir yer olabilirdi ama bu haliyle, biz bir şeyleri sadece mikro düzeyde etkileyebilirdik.

insanoğlu özünde yine de kötüydü, kötü kalacaktı. vicdanımız çok etkisizdi, kötülük yaptığımız zaman bize dalkavukluk etmede üzerine yoktu ibnenin.