9 Ekim 2010 Cumartesi

sabaha karşı acıkmak

yalnızlıktan alınan keyfin doruklara tırmandığı geceler boyunca odamda su ve sigara ile geçen saatler ardından her sabaha karşı olduğu gibi bu sabaha karşı da midemde sigarayla dahi bastırılamayacak, illet bir hastalıkmış gibi içten içe kemiren açlık hissi peydah olmuştu. hani sevmediğiniz insanlar konuşurken kulaklarınızı tıkamak istersiniz, açlık bambaşka bir şey, kulaklarına çimento döksen gene duymak zorunda olduğun uğursuz bir feryat gibi varlığını mide çeperlerini tırmalayarak haber verdiğinde fazla bir seçeneğim yoktu, ya bir şeyler yiyecek, ya da yatıp açlıktan uyuyamayıp gene bir şeyler yiyecektim. hatalarından ders alabilme zekasıyla mükafatlandırılmış her insan evladı gibi uzun süredir birinci seçeneğe tıklıyordum.

lakin önümde adeta aşılmaz engeller vardı. zaman zaman pek yiyecek bir şey bulamıyordum, akşam yemeğinde aile fertleri yeni pişmiş sıcacık yemekleri tüketiyor, sabaha kadar boş boş oturan sevgili oğullarını zaman zaman unutuyorlardı. kaç gece, akşamki yemekten kalmıştır umuduyla buzdolabını açmış, tamtakır buzdolabının ruhsuz ve soğuk nefesiyle karşılaşmıştım. tamtakır diyip de haksızlık etmeyelim, sebzelerle, meyvelerle dolu olurdu buzdolabı ama midemdeki canavarı susturabilecek bir şey olmazdı. elbette ki insan ateş keşfettiğinden beri yemek pişirebiliyordu, ancak bu sefer önüme bambaşka bir engel çıkıyordu; yazın sıcağından kafayı yiyerek salonda uyumaya başlayan babam, emekli asker babam. yaşı ilerlemiş insanlarda uykunun hafif olması gibi bir lanet vardır. bu şekilde lanetlenen babam geceleri nöbet tutarmışçasına uykusunda bile evdeki çıtırtıları tıkırtıları duyuyor, buna huysuz kişiliği de eklenince vereceği tepkiler hayal sınırlarını zorluyordu. zaman zaman koridorda yürürken bile halıdaki ayak seslerimi duyup saliseler içinde korku filmlerinden çıkmış bir hayalet gibi karşımda bir anda bitiveriyor, neden hala uyumadın, nereye gidiyorsun gibi ahiret sorularını gecenin bir yarısı en aksi ses tonuyla şahsıma yöneltmekten zerre üşenmiyordu.

bu gece, her zamanki gibi parolam belliydi, zoru başarırım imkansız vakit alır. mutfaktan hayatta kalabilecek kadar gıda malzemesi alıp odama götürmek vakit alacak bir iş idi, yiyeceği mutfakta tüketmek, ses çıkarmak, dikkatsizlik katiyen tehlikeli ve yasaktı. derin bir nefes aldım ve odamın kapısını sessizce açtım. parmaklarımın ucunda yavaş çekimdeki bir balerin gibi süzülüyor, içimden de "soğuk da olsa makarna vardır inşallah" diye dualar okuyup üflüyordum. üfleye üfleye ilerliyordum, arsen lüpen gibiydim kendi evimde, sempatik ve çekici, tehlikeli ve karşı konulamaz. adımları sayıyordum, dört adım kaldı, üç adım kaldı.. salonda uyuyan babamdan ses gelmiyordu ama reseptörlerinin tıkırtılara karşı kırmızı alarm konumunda çalıştığından adım gibi emindim.

mutfağa girdim, düşman hatlarını yarmış bir komutanın muzafferane tavırlarıyla çıt sesini çıkarmayacak şekilde ışığın düğmesini usulca on konumuna getirdim. vaktim daralıyordu, babam kapalı gözkapaklarının ardından duvarların arkasındaki ışığı bile algılayabiliyordu. buzdolabına gittim, kapağını hassas terazi gibi yoklayıp on saniye kadar sürede ağır ağır açtım. gözlerim yemek aradı, tencere aradı, soğuk yemek aradı. bu gece yeterince şanslı değildim ne yazık ki. buzdolabını tekrar açıp kapatmak gibi bir lüksüm yoktu, hemen peynir ve meyve suyu çıkardım. ekmek poşetinden ekmek almam gerekiyordu, adeta ekmek aslanın ağzındaydı, çünkü ekmek poşeti, şangırdayan tabak çanaklardan sonra mutfaktaki en yüksek sesi çıkarabilen objeydi. ekmeği alırken hışırtılarına kalp atışlarım karışıyordu. kazasız belasız biraz ekmek çıkardım, masanın üzerinde bulduğum kurabiyelerden bir kaç tanesini çevik bir hareketle cebime attım. burada yapabileceğim daha fazla bir şey kalmamıştı, üsse geri dönüyordum. tam o anda salondan "hmmmsp?!" diye bir ses geldi, babam uykusunda alarm vermişti, ışığı hemen kapatıp değil ayakparmaklarımın, ayak tırnaklarımın ucunda kendimi koridora, oradan da odaya attım.

ellerim tamamen dolu şekilde döndüğümde, bu geceki ziyafetimi kesinlikle hakettiğimi düşünüyordum. meyve suyunu kazandım da içtim, ekmeğimi böldüm de yedim. kurabiyeleri de yedikten sonra bir sigara yakıp arkama yaslanıp kendimi rehavetin kollarına attım. odadaki vantilatör tatlı tatlı eserken, "odaya erzak mı zulalasam lan" diye düşünüyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder