9 Ekim 2010 Cumartesi

aşksız yaşamak

"sen korkaksın" diye nefesi el verdiğince bağırdığında konuşma ihtiyacı duymadım. insan neden bir şeyleri tutkuyla isterdi ve neden istekleri olmayınca kendini kaybederdi? çok eskiden, küçücük bir çocukken, bir oyuncak görünce annemin elini bırakmadan, oradan ayrılmasına izin vermeden tepine tepine ağladığım günlerde farkında değildim oyuncağı neden istediğimin. alınıp, iki gün oynanıp bir kenara atılan oyuncaklar birikti, bir dağ oldu, günler geçti, büyüdüm, aşık oldum, sevdim, sevildim, sevilmedim, sevmedim, ve şimdi o gönlümün prenseslerinin nerede ne yaptığından haberim bile yok. tutkuların köreldiği zaman, belki de oyuncağı isteyen çocuk olmaktan çıkıp, büyüyüp, kendimiz oyuncak olduğumuz günlerdi.

"sen korkaksın işte korkak" diye bir çocuk gibi tepine tepine ağlamaya başladığı zaman, yavaşça kalktım. hesabı ödeyip çıktım ve onu mana veremediğim acılarıyla başbaşa bıraktım. benim için; "seninki de yaşam mı" diye düşünüyordu muhtemelen, benden nefret ediyordu, küçümsüyordu. benimki de yaşamdı. her insan aşkla doğar, mayasında vardır, cinsel olgunluğuna ermeden bile aşık olur, ilkokuldaki altın saçlı kıza aşık olur hatta öğretmenine bile aşık olur. ama bir gün gelir, bir aydınlanma çağı yaşar. içgüdülerinin ötesinde, o güdülerine hükmetmesi gereken bir zekaya sahip olduğunu, "neden" sorusunu sorabildiğini fark eder. herkes fark edemez elbette. herkes bir şeyleri fark edebilseydi bugün yeryüzünde tanrıya inanan insan kalmazdı.

bir savaş olsaydı, cephede herkes şan şeref peşine düşerdi, ganimet isterlerdi, adları nesillerce anılacak bir kahraman olmak isterlerdi. tutkuları vardı insanın, bir iş yaparken bazen tutkuları onu yönetirdi. halbuki savaş anlamsızdı, niye insanlar öldürür veya hayatlarını kaybederlerdi ki. herkes savaşırken ben bir köşeye saklansam, bombalar patlarken kurşunlar geçerken sadece izlesem, göğsümü hiç birine siper etmesem, niçin savaştığımı sorgulasam buna korkaklık denirdi. bir nebze aklı olanın yapması gereken de buydu.

herkes aşk ile doluydu, sokakta gördüğü güzel birinin yanına gidiyordu, o gitmiyordu ayakları götürüyordu. hayatında ilk defa gördüğü yakışıklı birine telefonunu veriyor, aramasını umut ediyordu. cevap alamazsa başka birine aynı şeyi yapıyordu. bazıları öpüşüyordu, tenler buluşuyordu. kimisi zaman geçince ağlıyordu, diğerinin arkasından hakaret ediyordu, aşka tövbe ediyordu. ama aşksız kalamıyordu, aşksız yaşamayı bilmiyordu. aşksız yaşamın onları zombileştireceğini düşünüp korkuyordu. aşksız yaşayan insan görünce onu sadece korkaklıkla suçluyordu. herkesin rol çalmaya uğraştığı, kötü oyunculuklarla dolu ve sırf oynamış olmak için oynayan, kendini başrolde sanan figüranların doldurduğu bir oyun muydu hayat. izlemeye bile değmeyecek kötü bir senaryo ve herkes "sen bu oyunun içinde yer almazsan insan değilsin" diyebiliyorken, gülüp geçilebilecek ve umursanmayacak uzun karanlık bir piyes. ayaklarımı uzatıp evimde sigara içmek, kesinikle böylesi bir soytarılığın içinde yer almaktan daha iyiydi, varsın olsun tembel, korkak desinler. sanat buysa ve insan daha güzelini yapmanın imkansız olduğunu anlayabiliyorsa gereksizliklerle boğuşmaya hiç ama hiç gerek yoktu.

mantık vardı elbette, mantıkla anlıyordunuz. tanrının var olmadığını mantıksal olarak ispatlayabilseniz dahi ona inanan milyonlarca insan, neye ve niçin inandığını bilmeden inanmaya devam edecek ve diğer kafir insanların baş düşmanı kesileceklerdi. tutkularıyla süslü bir hayattan kopma düşüncesi onlar için çok fazlaydı. aşk insanları, aşksız bir hayatta ne yapacaklarını bilemezler çünkü her şeylerini şekillendiren duygudur. sevgililerini sevdiklerini sanıp aslında kendilerini sevdiklerini bilemezler. sudan çıkıp evrim geçirip karaya ayak basan insanların arkasından suda oynamaya devam ederler, suda oynamayı severler ve hiç bir zaman karaya ayak basmazlar. karadakiler onlara, onlar karadakilere anlam veremezler. onlar için suda oynamak insanın var olma sebebidir ama karaya çıkıp yürümeyi öğrenen insan da suda oynamaktan sıkıldığı için toprağa ayak basmış, suyu terk etmiştir.

arkamda bıraktığım ağlayan aşk insanının göz yaşları kuruduğunda başka birini bulacaktı ve bana bir hırs, bir garez besleyecekti. bunun nedeni yoktu, ona bir kötülük yapmamıştım. ileride tutkuyla bağlanacağı insanı da belki sadece iki gün önce tanımış olacaktı. gerçekten anlamsızdı bunlar, duyguların seni yönettiği, elimizden geçip giden bir hayatın içindeydik. ya bu oyunun içinde olacaksın ya da kenarda seyirci olarak oturacaksın dediler, "bu oyunu daha önce de izlemiştim, bok gibi" diyip salondan ayrıldım.

2 yorum:

  1. yazı güzeldi. peki, o insana yaptığınla sana yapılan-terk edilmen- arasında benzerlik yok mu?

    YanıtlaSil