9 Ekim 2010 Cumartesi

satranç gibi oynanan ilişkiler

farkında olmadan oturduğum satranç masasında rakibimin gözlerini arıyordum. neden satranç oynuyorduk? bakışlarını yakalayabilisem belki o da bu oyunun manasızlığını, saçmalığını fark edecekti.

satranç oynamayı neredeyse hiç bilmiyordum. karşımdaki insanla kıyaslanamazdım bile. satranç garip bir oyundu, çok garipti. farklı taşlar, farklı hamleler vardı. demin "at neden l şeklinde gidiyor" diye sorduğumda "oyunun kurallarını ben yazmadım, sus ve oyna" diye bir karşılık almıştım. anlamıyordum, ona rakip olmam gerektiğini anlamıyordum, atı, fili ya da piyonları oynamam gerektiğini anlamıyordum. eski oyundu, kuralları belliydi, karşılıklı olarak sürekli oynamak gerekiyordu. ama niye oynuyorduk anlamıyordum.

satranç karmaşık bir oyundu ve ben hiç sevmemiştim. piyonlar vardı, çarpaz giden filler vardı. rok diye bir şey yapmıştı, bu sefer korkumdan soramamıştım ama kendisini daha diplere saklama hamlesiydi o, ele geçmemek için yapılmıştı. hareketleri biraz da olsa anlamam bu oyunu çözmeme yetmiyordu. dediğim gibi çok karmaşık bir oyundu, hamleler bir amaca göre yapılıyordu, bir kaç hamle sonrası hesaplanabiliyordu. açılışlar vardı, kombinezonlar vardı, gambitler vardı, var oğlu vardı. ben hiç bir şey bilmeden, oturduğum bu oyunun başında tedirginlik içinde rastgele oynuyordum.

o, bakışlarını tahtadan ayırmadan, derin konsantrasyon içinde taşları, hamleleri süzüyordu hep. bir kerecik bile bana bakmıyordu. oynuyorduk, bu garip oyunu o çok iyi oynuyordu. bir anda daha ne olduğunu anlamadan her yeri sanki ele geçirmişti. bilmeden hamleler yapıyordum, elimi değdirdiğim her taş bir kaç kare ötesine ilerleyemeden acımasızca yok ediliyordu. düşmanı mıydım ben onun, neden taşlarımı yiyordu ki. gergindi, hamlelerimi sabırsızlıkla bekliyordu, yaptığı her atak ile tatmin oluyordu.

bakışlarını yakalamaktan umudu kestim. "neden?" diye sordum, neden bu oyunu oynamak zorundayız. yüzüme bakmadan "sıra sende, oyna" dedi. içime attım, bir taşımı ilerlettim. hangi taş olduğunun önemi yoktu, ben bu oyunu anlamıyordum. bu oyun kralların oyunuydu, çok eski bir oyundu ve hep var olacaktı.

pek düşünmeden bir taşını benim taşıma yanaştırdı. şaşırmıştım, taşını yiyecektim, neden elleriyle onu benim önüme atmıştı ki? gülümsüyordu bu sefer, içimin ısındığını hissettim. yaptığı bu hamle bir fedakarlıktı sanki, özür dilercesine, kendisini affettirmek içindi. tahtayı yere atmak istiyordum, oynanan tüm hamleleri taşların yerlere dökülmesiyle unutmaya hazırdım. mutluluktan bağıracaktım adeta, filini bana vermişti. sevinerek taşımı sürdüm, filini yedim, bundan sonra her şeyin çok güzel olacağı umuduyla. (??)

gülümsemesi donuklaştı, gergince tahtayı süzdü.

"şah!"

fil elimde kahkalara boğuldu. hamlelerin ilerisini görebilmeliydiniz, bu oyun kralların oyunuydu, ben ve benim gibilerin oyunu değildi. usta olmalıydınız, tecrübeli olmalıydınız, yapılan her hamlenin sonuçlarını görebilmeliydiniz. şahım korkmuştu, kendisini önemli biri görüp sevinen şahım şu anda tehdit altındaydı. tüm taşlarım dudaklarını kemiriyordu, böylesi bir saldırı beklemiyorlardı ve onlar bile buna anlam verememişti.

"neden" diye tekrar sordum. neden şahımı almak istiyorsun, neden beni alaşağı etmek istiyorsun. şahımı kaçmazsam ne yapacaksın, yiyecek misin? neden oynuyoruz bu oyunu, neden karşımda düşmanım gibi oturuyorsun?

kaçmak istemedim şahımı, yemeyeceğini düşündüm. tekrar bakışlarını yakalamaya çalıştım. yanlıştı bu, bir şeyler yanlıştı, bana saldırmaması gerekiyordu, beni tuzağa düşürmemesi, kandırmaması gerekiyordu. hamlelerimi hesaplamaya uğraşması gerekmiyordu, birbirimizi yenmemiz gerekmiyordu. bana bakana kadar oynamayacaktım, o da fark etmeliydi yanlışlığı.

oynamadığımı gördü, yüzüme bakmadan "sıra sende" dedi. çok eski bir oyundu bu, sırası gelenin hamle yapması gereken bir oyundu. çaresiz, epey azalmış taşlarıma baktım ve kalan son kalemi şahın önüne siper ettim. acımasızdı rakibim, kendini oyuna kaptırmıştı artık, bir an kadar sonra kalemin de paramparça olduğunu gördüm. kalenin ardına saklanmış şahım şimdi savunmasızdı korkudan titriyordu.

"şah!"

"neden?" kaçabiliyordum ama saklanamıyordum. neden böyleydi, oyun tahtası harabeye dönmüştü, biz de öyleydik, bir şeyler yıkılıyor, yok oluyordu. amansız savaşçılar oluyorduk, hayatta kalma oyununa dönüşüyordu her şey. rakibini mağlup edemezsen o seni mağlup eder. ben rakip değildim, kimsenin rakibi değildim ki.

"sıra sende"

oynamak zordu bu oyunu. dediğim gibi çok eski oyun, çağlar öncesinden beri varmış. her oynamışlar, hep birileri yenilmiş. belki ben de hatalarımdan ders alıp ustalaşabilirim, önüme gelenleri paramparça ederim, fillerime ezdirir, kalelerimde zindana attırırım. alay ederim onlarla, "bilmiyorsan oynama" derim, ta ki onlar da ustalaşıp acımasızlaşıncaya kadar.

"sıra sende, oynasana"

olmamalı böyle. bu oyun olmamalı, rakip olunmamalı, düşmanlık olmamalı. satranç oynanmamalı, nasıl bir hamle yapsam ki karşılık veremese diye düşünülmemeli.

kalktım, "oyunun senin olsun" dedim. küçümseyerek baktı, "karşıma çıkmayacaktın, şimdi böyle zavallıca gidersin işte" diye arkasına yaslandı. gidiyordum, bu oyundan kaçıyordum. o ise sadece karşısına çıkacak yeni bir rakibi bekliyordu, aynı tahtada aynı taşlarla aynı oyunu oynayacaklardı. çok beklemesine gerek yoktu çünkü herkes bu oyunu oynuyordu. çok eski, kralların oyunuydu bu oyun. ben ve benim gibiler oynayamazdı. garip bir oyundu, çok garipti.

şahımı devirip gittim.
...

beyaz terk eder.
0 - 1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder