9 Ekim 2010 Cumartesi

20'li yaşların başında kendini yaşlı hissetmek

son labdan sonra okuldan çıkınca, kendimi bir boşluğa düşmüş gibi hissettim. yumuşak geçen kışın titrek bir esintisi, bahara fazla kalmadığını gizleyemiyor, kısalmaya başlamış gölgelerin ardındaki gün ışığı, hastalıktan yeni kalkmış bir bünyenin gülümsemesi gibi pek çok insana huzur veriyordu.

ağır ağır yürüyerek bölümden uzaklaşmadan önce, kapı önünde gülüşen, belki de çocukluktan henüz çıkamamış mutlu insanlara son bir kez bakmak istedim. sadece bir çocuk neşesiyle dolup taşıyor olabilecek bir kalbe sahip olan kızlı erkekli öğrenciler, uçmayı öğrenen kuş yavruları gibi cıvıldaşarak gülüşüyor, birbirlerine espriler yapıyorlar, sarılıyorlar, öpüşüyorlar, kampüsün belki de en gri binasının önünde tezat oluşturacak şekilde gençliklerini dünyaya ilan ediyorlardı. aralarında benim de yaşıtlarımın bulunduğu bir gamsız topluluğa tebessümle bakarak, attığım her adımda gençliği ardımda bırakarak kampüsten çıktım.

kafelerde gençler benzer şekilde, biten derslerin sıkıntısını kovmak için ellerinden gelen en hareketli biçimde etraflarına canlılık saçıyorlardı. gürültü sayılabilecek bir konuşma ve kahkaha tufanı, kafelerden kaldırımlara kadar akıyordu. güneşe çıkmış bir kertenkelenin, keyifle gerinerek sıcaklığı tenine hapsedişi gibi, neşe ve canlılığı sindirmeye çalışarak her zaman gittiğim kafeye girdim.

yaklaşan baharı, kafelerin içinde tıkılarak beklemek istemeyen çok sayıda bünye, dışarıdaki masalarda oturarak kendi alemlerini dünyaya kabul ettiriyorlardı. sessizce, kafenin içerisindeki ölgün loşluğa kendimi bıraktım, her zaman oturduğum masa boştu, oraya eşyalarımı bırakarak yorgun bir inilti koyuverdim. herşey, her zamanki gibiydi, her insan olması gerektiği gibi davrandığı sürece, dünya itaatsizlik etmeyip neşeyle dönmeye devam ediyordu.

acı kahvemi söyledim. kendimi gerçekten ama gerçekten yaşlı hissediyordum. benim gibi dersten çıkan gençler, benim gibi, bir kafe dibinde tek başına durup da akıp giden bir ırmağa bakmakla yetinmiyorlar, bizzat ırmağın bir parçası olup akıp gidiyorlardı. ben, ırmağın sularıyla yeşeren bir ağaç gibiydim ırmak kenarında, istesem de ırmağın bir parçası olamayacak kadar katı ve kurumuş, sadece köklerinin sulardan bittiğini bilen ve karaları aşındıracak bir coşkuyla akıp giden suları hüzünle seyretmekten kaçınamayacak bir yere mıhlanmış.

kahvemi içerken, yıllardır müşterisi olduğum kafede, sadece bir kaç sefer görmüş olduğum müşteriler bile, çalışan çocukla bir şeyler konuşuyor, gülüyor, takılıyordu. önüme bırakılmış kahveden başka pek bir bağımın olmadığı çalışanla konuşacak bir şeyim yoktu. diğerleriyle de konuşacak bir şeyimin olmadığını hatırlayarak kahvemin en acı yudumunu aldığımda, benimle de ilgilenmesi gerektiğini hisseden çalışan, yanıma gelerek bir şeyler anlatmaya koyuldu. ne anlattığını tam kestiremiyordum, daldan dala konuyordu, kız diyordu, bar diyordu, iddaa diyordu, konser diyordu, halı saha diyordu. bir sigara yakarak kendimi konuşmasına vermeye çalıştıysam da, muhabbet o kadar uzak bir perdeden çalıyordu ki ben oktavlarca pes bir sesten girmektense sadece dinlemeyi seçtim ve konuşmadan, yüzümde sarı bir tebessümle dinledim. muhabbet ederken karşı taraf konuşmayınca gençler sıkılır, isterler ki sürekli bir devinim olsun. olmadığı için o da sıvışıverdi ve kahve fincanı ve beni başbaşa bıraktı.

kahvedeki telveler gibi dibe çökmüş, huzurla yerimde duruyordum aslında. bir sorumluluğum yoktu, kendini yaşlı hissetmek için sorumluluklar, ödenmesi gereken borçlar, evlilik derdi vesaire gerekmiyordu. dünya sikine minare götüne sayılabilecek biriydim, kafenin çalışanının bir kaç gün sonra ödemesi gereken ve bir türlü toparlayamadığı kira borcu vardı. ama bu akşam bir kaç kızla bara gidip eğlenecekti. bu gençlikti işte, sorumsuzca akıp gidebilmek, ırmağın bir sonraki kıvrımının ardını önemsememek, bir göle, denize varıp da durgunluğa ulaşacağını hayal dahi etmemekti. en güzeliydi.

bir emekli gibi ağır ağır kalkarak kahvenin parasını ödedim. gençlerin uğultusunu arkamda bırakarak evime doğru yürümeye başladım. çocuk gibi neşelilerdi. dünyada akıp gidiyorlardı, bir gün durulacaklarını bilmeden, çağlayarak akıyorlar, önlerine çıkan kayaları dahi aşındırarak yollar açıyorlardı. en azından köklerimin saplandığı toprak bir ırmağın kıyısındaydı, kıyıdan izlemek, ıssız bir çölde kibirli bir vaha olmaktan daha güzeldi kesinlikle. belki de akıp gitmekten bile daha güzeldi.

hayır, kendimi kandırabilmek için fazla yaşlıydım.

1 yorum:

  1. Hayır, içerikten çok başlığa katıldım.

    Oturdum izliyorum, izlemeden bilemem dedim bir de profil boş olunca

    YanıtlaSil