o. henrynin the gift of the magi hikayesiyle, pek çokları gibi beni de tanıştıran insandır, bundan on sene kadar evvel. eve alınan gazete değişene kadar da köşesini takip ettim.
uzun yıllardır hıncal uluça ait bir yazı okumuyorum. pek övdüğü tavuk suyuna çorba kitaplarından artık nefret ettiğimi fark etmemden sonra oldu bu, ama beraberinde değil. şimdilerde, sadece "hıncal uluç diye bir yazar okurdum" derim, yazıları pek denk gelmez. zaman zaman sözlükte bir hıncal uluç yazısı ya da yorumu üzerine bir şeyler yazılır, yazılanlardan mevzuyu inceler bırakırım.
hıncal uluçun sabah gazetesindeki son yazısı üzerine yazılan entry dikkatimi çekti ve gazetenin internet sayfasından ilgili yazıyı okudum.
hıncal uluç epey narsist bir insandı diye hatırlıyorum. bu tabi ki kötü bir şey değildir, hatta her insan narsist olmalıdır, herkes bir miktar narsisttir zaten. bu saygı duyulacak bir şey. yazısı üzerine yorum yapmadan önce bunu belirtmek istedim, birazdan tekrar değineceğim.
...
yazısında, hıncal uluçun bu siteyi, doğru dürüst yerlerde yazma imkanı olmayan, yasal yerlerde yazacak cesareti olmayan insanların tatmin mekanı olarak değerlendirmesi yanlış bir düşünce. neden yanlış bir düşünce?
sözlüğün fanatiği ya da hıncal uluç antisempatizanlarının bayrak sallayanı değilim, taraf tutuyor denmesin.
belki de tamamımız doğru dürüst yerlerde yazma imkanına sahip değiliz-ki burada doğru dürüst yer olarak bir gazete, dergi, kitap vs kastedilmiş. hıncal uluçun kastettiği şey, "bu tür yerlerde yazamayan insanlar kendilerini sözlük, forum gibi yerlerde mastürbasyon yaparak tatmin etmektedir". yasal yerlerde yazma cesareti ise daha başka bir şey, yasal yer olarak kastedilen nedir tam olarak anlamadım. burası da hukuka uyan bir mekan, ben birisine hakaret edemem, küçük düşüremem. gülben ergen ve mustafa erdoğan, başlıklarında yazılanları sildirmek için sözlüğe dava açmışlar. mesela ece erken başlığı temizlenmişti.
bu şekilde hukuki yollarla hakkınızı arayabildiğiniz yerler yasal platformlardır, haklının haksızın ayrılabildiği ve devletin mahkemesine göre haklıya hakkının verilebildiği yerlerdir.
insanlar, sosyal yaşantılarında sürekli fikir alışverişinde bulunurlar, bir şeyler üzerine görüşlerini beyan ederler. tatminden kasıt bu ise, her insan kendini imkanları dahilinde kendini tatmin etmektedir. sezen hayranlığımı kendi içimde tutamam, bir insanım ben, bu hayranlığımı paylaşmak isterim. arkadaşlarıma gider "sezen aksu şarkıları gibisi yok" derim. imkanım varsa sezen aksu fan sitelerinde "sezen aksu şarkıları gibisi yok" diye yazı yazarım. kendisini tanıyorsam ve konuşma şerefine erişebiliyorsam "sezen hanım, sizin şarkılarınız gibisi yok" derim. eğer bir gazetede köşem varsa oraya "sezen aksu şarkıları gibisi yok" diye bir yazı yazabilirim. böylece her insanın hakkı olduğu şekilde fikrimi diğer insanlarla paylaşabilirim.
birisine hayranlık belirtmek, beğenmediğini söylemekten daha fazla cesaret gerektirmez, olumsuz bir şey söylemek daha zordur. belki de ben, sezen aksuyu tanıyor olsaydım "sezen hanım, şarkılarınız çok bayık, çok monoton" diyemezdim. ama daha samimi yerlerde fikrimi paylaşabilirdim; arkadaşlarıma sezen aksu şarkılarını beğenmediğimi söyleyebilirdim. farkettiğiniz gibi, daha özgür bir platformda daha gerçek, daha doğru bir şekilde düşüncelerimizi söyleyebiliyoruz.
ekşi sözlük, birisine hakaret etmeden düşüncelerinizi paylaşabileceğiniz bir sitedir. ben birisine küfredemem, ondan nefret etsem de bu derece bir özgürlük haklı olarak hukuki yollarla kısıtlanmıştır. hakaret içermeden birisi için fikrimi belirtebilirim. gülben ergen başlığının şu andaki ilk entrysinde "igrenc bir gulusu olan bi sarkici." yazıyor. neden, çünkü yazarı, onun gülüşünün iğrenç olduğunu düşünüyor ve bunu beyan ediyor. çevresindeki insanlara "gülben ergenin gülüşü iğrenç" dediği gibi burada da bunu yazabiliyor. özgür, çünkü birisinin gülüşünün iğrenç olduğunu düşünmek ve belirtmek suç değil. bunu belirtiyor ve tatmin oluyor, "sezen aksu şarkıları gibisi yok" diyen bir insanın beğenisini sunuşu gibi o da memnuniyetsizliğini sunmuş oluyor.
şimdi narsisizme geri dönelim. kendini beğenen insan kendine söz ettirmez. kendisine yapılan eleştiriler hoşuna gitmediği takdirde eleştiren insanı sevmez. bir yazarın yazılarını, müzisyenin şarkılarını, yönetmenin filmlerini beğenmezseniz ve bunu belirtirseniz, alçakgönüllülükle karşılamayacaktır. (ben de bunu savunurum ama bu ayrı bir mesele) hıncal uluç, yazılarının ardından okurlarından gelen maillerde, beğenileri hoşnutsuzluk belirten maillerden daha çok sever elbette. ancak, beğeni sayısı azalırsa, diğer mailler daha fazla olursa, kişisel ego tatmin seviyesinin altına iner, sinirlenmeye başlar, beğenilmediğini düşünür, kendisini beğenmeyenleri haksız bulur çünkü o mükemmeldir, beğenilmesi gerekir, beğenmeyenler zevksizdir, hemzemindir...böyle düşünebilir mesela.
gülben ergen, kendi gülüşünü seviyorsa, "gülüşü iğrenç bir şarkıcı" denilmesinden hoşlanmaz. ama bu bir düşüncedir, kendisi hıncal uluçun tavsiye ettiği gibi bu siteyi açmadıkça, yazılanlara bakmadıkça bu fikri görmezden gelebilecektir. ama bu, gülüşünün iğrenç olduğunu düşünen insanların varlığını yok etmez.
olumsuz fikirlere katlanamayan insanlar sansüre gider. hakkında yazılanları okumaması, kendine uygulayabileceği bir sansürdür. bunu yapabilecek kadar iradesi yoksa ya da böylesi olumsuz bir fikri kaldıramayacak birisi ise, hoşuna gitmeyenlerin kaynağını yok etmeye çalışacaktır. hıncal uluç "artık hakkımda yazılanları okumuyorum" diyebilir. muhtemelen okumuyor olabilir. ancak hakkında olumsuz düşünüldüğünü bildiği için bunları okumuyordur, o yazıları okumak egosuna zarar veriyordur. bu sebeple "o insanlar yok, o yazılar yok" psikolojisine bürünmüştür.
en azından, hoşuna gitmeyen şeyleri duymazdan gelebilme yetisine sahiptir, her ne kadar "sözlüğü muhattap olarak almıyorum, siz aşağı seviyede varlıklarsınız" moduna girip kendini daha da kandırmaya, egosunu daha da sağlamlaştırmaya uğraşsa bile buradaki yazarlar gene fikirlerini yazıyorlar. hıncal uluç "istediklerini yazsınlar ben umursamıyorum" dediği gibi, biz de "hıncal uluç ister okusun ister okumasın" diyip yorum yapıyoruz. neticede biz hıncal uluçun karizması zedelensin, özgüveni sarsılsın diye yazmıyoruz, içimizden geçeni yazıyoruz. hıncal uluç okumuyorsa, ibrahim üzülmez de okumuyor, george w bush da okumuyor, angelina jolie de okumuyor. ama biz bu insanlar hakkında gene de bir şeyler yazıyoruz.
hıncal uluçun "bırakın etsinler" lafı, annesinin pembe kazak aldığı bir çocuğun annesinin tepkisine benziyor. çocuk pembe kazağından utandığı, arkadaşları onunla dalga geçtiği zaman, annesi "sen umursama onların dediklerini" der. çocuk da pembe kazağını giyip sokağa çıkar. arkadaşları onun pembe kazağı ile hep dalga geçecektir, çünkü çocuk pembe kazağı ile iğrenç görünmektedir. çocuğun annesi sokağa çıkıp, tüm mahallenin çocuklarının duyacağı şekilde "hahayt, sen umursama onları, bak ben de umursamıyorum" derse bu çok komik kaçar. keşke hıncal uluç, gülben ergen ve mustafa erdoğanla konuşurken, sadece onlara "ben umursamıyorum, siz de umursamayın" diyecek biri olsaydı da böyle saçma bir durum olmasaydı. mahallenin çocukları bu sefer hem çocukla, hem de onun hafif çatlak annesiyle dalga geçmeye başlayacaktır çünkü.
hıncal uluçun, kendisini tatmin edecek sayıda goygoycu sahibi olduğunu tahmin ediyorum. düşünebilen her insanın kafasında şöyle bir düşünce olur, "ya karşı taraf haklıysa" . bu istenmeyen fikri güçlendirecek şeylerin başında da, muhattap dışındakilerin karşınızdaki insanı onaylamasıdır. hıncal uluç bu düşünceyi kafasından silebilmek için "bu tatminci korkak insanları görmezden geliyorum, onların sevenlerini de görmezden geliyorum, bu platformu destekleyebilecek herkesi görmezden geliyorum" oyunu oynayabilir. kendi fikridir, kendince haklıdır haksızdır. ama bu yazısının ardından kendisine gelecek her beğeni mailinden sonra, kendi şakşakçıları da olduğunu fark etmelidir. egosunu güçlendiren her beğeniye ne kadar ilgi ve saygı duyabiliyorsa, beğenmeyenlere de, karşı tarafın fikrini destekleyebileceklere de aynı şeyleri duyabilmelidir. yoksa objektif olamaz, objektif olamazsa da kendi goygoycuları, kemik okur kitlesi dışında kimse onu okumaz.
kendisi kendi dünyasında yaşıyor olabilir, gözü sadece hayranlarını, beğenileri görüyor olabilir. ekşi sözlük kendi dünyasında değildir, bünyesinde her görüşten binlerce insan barındırır, çok sayıda görüş, zıt görüş, iki görüşün arası vs. belirtilir. beğenenler çıkar, beğenmeyenler çıkar. hınçal uluçun bir yazısı kendisini anlatabilir ama bir entry ekşi sözlüğü anlatamaz. ekşi sözlük kaka, ekşi sözlük yılansı fare çocukların mekanı demek için acaba kaç bin yazardan kaç yüz bin entry okumak gerekir? bir insanın fikri umursanmayabilir, peki yüzlerce binlerce kişinin fikri nasıl görmezden gelinebilir, bunu görmezden gelmek için nasıl bir kişilik gereklidir?
bu yazıda "hıncal uluça ne geçirmişim be" demeyeceğim. zira öyle bir amacım yok. bir köşe yazarı yazı yazarak, bir meslektaşına ya da köşe sahibi olmayan birine, bir sözlüğe "off ne geçirmişim be" diyebilir, tatmin olabilir. ben arkadaşlarımın yanında "gülben ergenin gülüşü iğrenç" dediğimde nasıl ki kimseye bir şey geçirdiğimi düşünmüyorsam, burada da böyle düşünmem, özgürce fikrimi söylerim.
bu yazı, ekşi sözlükteki binlerce yazardan birinin görüşüdür. nickimin arkasına saklanmıyorum, hıncal uluç bu yazıyı okursa ya da bir şekilde eşi dostu kendisine okutursa, kendisi de karşı fikrini beyan etmek isterse, bana bir şekilde ulaşabileceğini biliyorum. izmire geldiği bir gün beni arayabilir, bir çayımı içerken aslında kötü niyetli olmadığını, sadece çok sevdiği iki insan için düşünülenlere üzüldüğünü, onlara destek olmak için umursamıyor gözüktüğünü, sahip olduğu karakterin çok eskide yaşadığı travmaların sonucu olduğunu söyleyebilir. anlayışla karşılarım, ben de yazısını çok haksız bulup kendisine kızdığımdan bu entryyi yazdığımı söyler gönlünü alırım. arada sezenin konserine falan gideriz beraber, protokolde konser dinlerim. en sonunda da "ekşi sözlükteki insanları yanlış tanımışım, onların da düşüncelerine eleştirilerine önem vermek lazım, çoğu üniversite gençliğinden olan bu platformun görüşleri çok değerli" diyebilir.
bu bir hayal tabi, hıncal uluç kendisine "güzel top oynayamıyorsun, pantolonun çok komik, berber saçını çok dandik kesmiş" dendiği zaman eliyle hızla göğsüne vurarak "baa aa aa aa a a, duymuyorum kii duymuyorum kii" diyen çocuktur, istediğini duyar, işine gelmeyeni duymaz.
bir şekilde, sevenleri ona "tebrik ederiz, ekşi sözlüğe bir paragrafçık laf sokmuşsunuz, arkanızdan sayfalarca yazı yazmışlar" derse, hıncal uluç "off, ne geçirmişim ekşi sözlüğe" diyecektir. olabilir, kişisel tatminidir.
...
edit: silinme, sildirtme diye bir vaka söz konusu değilmiş. hıncal uluç, kardeşleri olan gülben ergen ve mustafa erdoğanla bunu oturup konuşmadan, sağdan soldan duyduklarının üzerine yazı yazmış. ben de diyorum "gülben ergen başlığında silinen bir şey yok, sımsıkı, taş gibi, sımsıkı, taş gibi, dimdik, dimdik. allaalla". hıncal uluç yazısının ardından iki kere olayın gerçek mi hayal mi olduğunu düşünmek gerekiyormuş.
http://www.kardesinisec.com/
obezkirpi
"ileriki hayatlarında başarılar dilediğim sözlük entryleri"
27 Ocak 2011 Perşembe
duyguların ilk versiyonları
duyguların ilk versiyonları ve bizim şartlandığımız versiyonları vardır. en büyük şartlandırma da minnet duygusunda görülmektedir. şöyle izah edelim; aşağı yukarı olarak hangi durumlarda kime minnettar kalınacağını kestirebiliyoruz, bu demektir ki aslında minnet etmek kurallar dahilinde işleyen bir süreçtir. bir insan bize bir iyilik yaptığı zaman ona minnettar kalmamız gerektiğini hissediyoruz. birisi bize kahve getirirse ona teşekkür ederiz mesela bunun gibi bir şey.
ancak centilmenlik yapma maksadı ile yapılan her türlü icraat içinde bir nebze sahtekarlık barındırmaktadır. yani birisi kalkıp da "nereye gidiyorsun?" sorusunun karşılığında "sana kahve getirmeye" diyorsa bu adam sahtekardır. zira bu adam için sizin kahve istemenizin bir önemi yoktur, bu adam kahve karşılığında "teşekkür ederim" cümlesini duymak istemektedir. hadi diyelim ki centilmenlik yaptı ama bunu saman altından, sürprizle falan yaptı. bu ise nitelikli sahtekarlıktır, yani planlanmış, hesaplanmış vesairedir ki karşıdaki insanı allem edip kallem edip onu minnet duygusuyla borçlandırmanın en berbat halidir. şunun gibi düşünün, bir arkadaşınızın parası yok. ona doğrudan gidip "istersen borç vereyim, sonra verirsin" demek daha doğalken, direkman parayı çıkartıp avucuna koymak ne bileyim işi şakaya vurup da "delikanlı adamsın lazım olur" diye espri yapmak biraz sahtedir. ancak biraz düşünürseniz, ikinci örnekteki insanların çok daha fazla sevilen insanlar olduğunu görürsünüz, yani bu insanlar bizim borcu reddetme ihtimalimizi sıfıra indirerek minnetimizi kazanmaktadırlar. "ne süper arkadaşsın sen lan, allah razı olsun" cümlesini borç teklif eden insan değil, borcu size dayatan yavşaklar duymaktadır, halbuki diğer insan da size borç verebilecek durumda olduğu halde diğeri kadar sevimli gözükmemektedir ezberlenmiş toplumsal minnet kurallarına göre.
geçen gün tam futbol turnuvasına katılacağız, 6-7 kişi topladım turnuva için ama bir grip oldum sormayın, oynayacak mecalim yok yani. dedim ki mal gibi evde oturup sıkılacağıma bizim kerkenezlerle takılayım, yenilirlerse taşak geçeyim falan. gittim, bunlar beni görünce sevindirik oldular, "takımı sen kurduğun için mi geldin yoksa" falan dediler. "canım sıkılıyordu" falan demedim tabi, "boşverin bunları önümüzdeki maçlara bakalım" dedim, gaza geldi denyolar ahah. lan madem oynayamıyorum, teknik direktör gibi takılayım da eğlence çıksın dedim, ama göreceksiniz bunlara gaz falan veriyorum, taktik veriyorum falan üff.
bir yandan da hastayım ama eğleniyorum kerataların yanında, bunlara üçer beşer takıyorlar ama umurumda değil tabi ben işin dalgasındayım. bunlar yenilince üzülüyorlar, benim de içimi karartmasınlar diye hemen taşşağa vuruyorum muhabbeti, yüzler gülüyor. açıkçası orada ne aradığımı ben de tam bilmiyorum ama muhabbet oldu işte ama akşama doğru ses mes kalmadı gripten zaten, sikerim dedim ben gidiyom diyip bastım gaza gittim. duydum ki ben gittikten sonra arkamdan "ne süfer herif la" demişler, hasta yatağında duracağına bizimle takıldı falan demişler.
"size koyayım bana bir şey olmasın" dedim içimden. taşşak muhabbetine geldim adamlar bana sakat sakat uefa finalinde oynayan bülent korkmaz muamelesi yapmaya başlamışlar. ee minnet dediğin böyle olmalı tabi.
ancak centilmenlik yapma maksadı ile yapılan her türlü icraat içinde bir nebze sahtekarlık barındırmaktadır. yani birisi kalkıp da "nereye gidiyorsun?" sorusunun karşılığında "sana kahve getirmeye" diyorsa bu adam sahtekardır. zira bu adam için sizin kahve istemenizin bir önemi yoktur, bu adam kahve karşılığında "teşekkür ederim" cümlesini duymak istemektedir. hadi diyelim ki centilmenlik yaptı ama bunu saman altından, sürprizle falan yaptı. bu ise nitelikli sahtekarlıktır, yani planlanmış, hesaplanmış vesairedir ki karşıdaki insanı allem edip kallem edip onu minnet duygusuyla borçlandırmanın en berbat halidir. şunun gibi düşünün, bir arkadaşınızın parası yok. ona doğrudan gidip "istersen borç vereyim, sonra verirsin" demek daha doğalken, direkman parayı çıkartıp avucuna koymak ne bileyim işi şakaya vurup da "delikanlı adamsın lazım olur" diye espri yapmak biraz sahtedir. ancak biraz düşünürseniz, ikinci örnekteki insanların çok daha fazla sevilen insanlar olduğunu görürsünüz, yani bu insanlar bizim borcu reddetme ihtimalimizi sıfıra indirerek minnetimizi kazanmaktadırlar. "ne süper arkadaşsın sen lan, allah razı olsun" cümlesini borç teklif eden insan değil, borcu size dayatan yavşaklar duymaktadır, halbuki diğer insan da size borç verebilecek durumda olduğu halde diğeri kadar sevimli gözükmemektedir ezberlenmiş toplumsal minnet kurallarına göre.
geçen gün tam futbol turnuvasına katılacağız, 6-7 kişi topladım turnuva için ama bir grip oldum sormayın, oynayacak mecalim yok yani. dedim ki mal gibi evde oturup sıkılacağıma bizim kerkenezlerle takılayım, yenilirlerse taşak geçeyim falan. gittim, bunlar beni görünce sevindirik oldular, "takımı sen kurduğun için mi geldin yoksa" falan dediler. "canım sıkılıyordu" falan demedim tabi, "boşverin bunları önümüzdeki maçlara bakalım" dedim, gaza geldi denyolar ahah. lan madem oynayamıyorum, teknik direktör gibi takılayım da eğlence çıksın dedim, ama göreceksiniz bunlara gaz falan veriyorum, taktik veriyorum falan üff.
bir yandan da hastayım ama eğleniyorum kerataların yanında, bunlara üçer beşer takıyorlar ama umurumda değil tabi ben işin dalgasındayım. bunlar yenilince üzülüyorlar, benim de içimi karartmasınlar diye hemen taşşağa vuruyorum muhabbeti, yüzler gülüyor. açıkçası orada ne aradığımı ben de tam bilmiyorum ama muhabbet oldu işte ama akşama doğru ses mes kalmadı gripten zaten, sikerim dedim ben gidiyom diyip bastım gaza gittim. duydum ki ben gittikten sonra arkamdan "ne süfer herif la" demişler, hasta yatağında duracağına bizimle takıldı falan demişler.
"size koyayım bana bir şey olmasın" dedim içimden. taşşak muhabbetine geldim adamlar bana sakat sakat uefa finalinde oynayan bülent korkmaz muamelesi yapmaya başlamışlar. ee minnet dediğin böyle olmalı tabi.
bir mühendisin en mutlu olduğu an
projesinde sağlam bir ilerleme kaydettiği, bir problemi başarıyla çözdüğü andır.
ben kod yazarken mesela, takılıp kaldığım bir şeyi halledince sevinçten oynamaya başlıyorum, gerdan falan kırıyorum, babam gelip alnıma para yapıştırdı geçen gün o derece yani.
ben kod yazarken mesela, takılıp kaldığım bir şeyi halledince sevinçten oynamaya başlıyorum, gerdan falan kırıyorum, babam gelip alnıma para yapıştırdı geçen gün o derece yani.
sanatçıya saygı duyma zorunluluğu
öncelikle, hayranlık mağlup olmuş kıskançlıktır demiş peyami safa, bunu belirtelim.
saygı nedir, neden duyulur konusu hakkında diyebileceklerimiz basit. insan, kendisinden güçlü, büyük, yetenekli ve benzeri insanlara saygı duyar. annemize, babamıza, öğretmenimize, patronumuza, yaşça büyük insanlara isteyerek veya istemeyerek saygı duyarız. misal, bizi okuttuğu, büyüttüğü için babamıza kendimizi ister istemez borçlu hisederiz ve saygı duyarız, toplumsal kurallar zaten saygıyı bu noktada zorunlu kılmıştır. bu toplumsal kurallar, otobüsteki yaşlı insanlara da saygı duymamızı zorunlu kılar, onların bizim üzerimizde hiç bir emeği olmamasına rağmen onlara yapılacak bir saygısızlık hoş karşılanmayacaktır. patronumuz bize maaş verdiği için ondan korkarız ve saygısızlık yapmaktan kaçınırız, çünkü biliyoruz ki onun bizi kovabilme gibi bir gücü var.
bizimle muadil sayılabilecek bir insanı ele alalım. ben hala baba parasıyla yaşayan biriyken benimle yaşıt birisi çalışmak zorunda kalmış ve gocunmadan ailesinin geçimini sağlıyor. saygıyı hak ediyor mu? bencilce davranmaması, fedakar oluşu vs. erdem sayılan nitelikleri yüzünden, diğer insanlarca saygıya layık görülür. insanlar, bu erdemleri saygı duyulacak üst meziyetler olarak kabul etmiştir. yani, bu insan, benden bu meziyetleri sayesinde üstün sayılmaktadır. belki şartlar öyle gerektirmeseydi, benim gibi baba parası yiyen umursamaz vurdumduymaz bir şahıs olacak bu insan, edinmiş olduğu erdemleri sayesinde toplum için değerli bir şahıstır. kimse doğuştan erdemli değildir ama erdemler nasıl kazanılır ya da çevresel faktörlerce bünyeye aşılanır, bu apayrı bir mevzu.
doğuştan saygıyı hak eden insanlar sanatçılar, dahiler gibi insanlardır. bu insanlarda, bizde olmayan ve sonradan da edinilemeyecek nitelikler mevcut olup, bu kişiler diğer insanlarda ne kadar hayranlık uyandırabiliyorlarsa o kadar saygı görürler. bu hayranlık ve hitap etme olayı, kişiden kişiye değişmektedir, şöyle ki; anneanneme televizyonda stephen hawking i gösterip de "bak adam hasta, sakat ama koskoca bilimadamı olmuş" dediğimde anneannem ağlamaya başlayabiliyor. çünkü, stephen hawking onun gözünde, dezavantajlı olduğu halde azmi sayesinde bir yerlere gelebilmiş bir insandır, anneannem ona azminden dolayı saygı duymaktadır. ama benim gözümde o bir dahidir. dehası ile, insanlığa, bilime ne kadar hizmet etmişse o kadar saygıyı hak etmektedir.
adolf hitler, insanlık tarihinin yüz karası olsa bile, kurduğu sistemi işletişi ile, savaş planları ile, yani üstün zekası ile hayranlık uyandırır. ben bir yahudi olsaydım, atalarımdan onlarcasını katleden bu adama herhangi bir hayranlık ya da saygı duymam söz konusu olamazdı. bu noktada, benim saygı duymamı engelleyecek faktörler mevcut olacaktı, erdemli bir insan olmadığı ve insanlığa, insanlara zarar vermesinden dolayı ondan sadece nefret edecektim. üçüncü bir kişi gözü ile baktığımda ise, tiksinti uyandıran karakterinin gölgesinde bir deha pırıltısını seçebiliyorum.
sanatçılar, günümüzde, eski zamanlardan çok daha fazla göz önünde bulunmaktadırlar. medya sayesinde sadece sanatları ile değil de yaşantıları ile de biliniyorlar. insanlar, onları yaşantıları ile yargılayabiliyorlar. anneannem, bülent ersoyu sevmez, çünkü o toplumca zor kabul görecek bir insandı ve sonrasında da cinsiyetini değiştirdi. anneannem bunu hoş görmemektedir. bülent ersoy dünyanın en iyi şarkısını yapıp söylese gene anneannemden takdir alamayacaktır.
sanatçının topluma örnek olması konusu aslında saçmadır. toplum, örnek gösterip "buna benzeyin, toplumdan saygı sevgi görün" insanları sever. toplum gözünde saygı kazanmayı umursamayan insanlar, istenen erdemli davranışları uygulamak için kendilerini kasmazlar. gerçi onlar da, günümüzde var olan özgürlükçü insanların gözünde itibar kazanmaktadır. misal, evlilik dışı çocuk sahibi olan bir kadın, eskilerin gözünde orospu damgası yiyorken, yenilerde "helal olsun, cesur, özgür kadın" diye hayranlık uyandırabilmektedir.
sanatçı; sanat dallarından birisi ile uğraşan insandır. zeki müren de, ajdar anık da sanatçıdır bu bağlamda. ancak ajdar anık, halka hitap edemediği için saygı görmemektedir. çünkü müzik yeteneği yoktur. yani saygıyı, yetenek doğurmaktadır. ahmet kaya sanatıyla saygı görmektedir, ancak sanatının yanında ideolojik nedenlerle bazı kesimlerde nefret uyandırmaktadır. kişiyi ya sanatçı, ya da insan olarak ele almak gerekir. insan olarak ele aldığımızda her şeyiyle tartmak gerekirken, sanatçı olarak baktığımızda sadece resmiyle, müziğiyle, oyunculuğuyla, kalemiyle vs değerlendirmeliyiz.
toplum sanatçıları sever, çünkü bu sanatçılar halk için sanat yapmaktadırlar. toplum, sanatı için değerlendirirken onu aslında birey olarak algılamamaktadır, sanatçı bu noktada toplumun üzerinde bir yerlerdedir, deniz seki kokain kullansa bile toplum için kokain kullanan sıradan birinden farklı olmaktadır. franz kafka hayatta iken toplum tarafından fark dahi edilmemiş iken, ölümünden sonra eserlerinin insanlığa sunulması ile saygı duyulan büyük yazarlar sınıfına girmiştir. toplumun saygı duymasındaki kıstas olan hitap olayı, bu büyük edebiyatçının, eserlerinin yayınlanmayıp da yakılması halinde yok olup unutulmasına sebep olacaktı. sanatçı, sanat yaptığı kadar değil de sanatı halka sunabildiği kadar sanatçı olup saygı görmektedir.
günümüzün sanatında, halka, özellikle de genç kesime kolaylıkla inebilme kolaylığı sayesinde, gerçek sanatçı denebilecek insanlar gölgede kalabilirken sanatsal yeteneği olmayan ancak sadece hitap etme ve cazip gelme yüzünden abuk sabuk diyebileceğim insanlar sanatçı kimliği taşımaktadır. en kolay icra edilen müzik türü olan pop müzikte, onlarca şarkıcı varken, türk halkına hitap etmeyen metal, caz vs müzik türleri için bunu söyleyemeyiz. sabah programlarında sahte sarışın şarkıcılar ekranları şenlendirebiliyorken, kazancı bedih sobadan zehirlenebilmekte, yavuz çetin intihar edebilmektedir.
şimdi düşünelim, müziğini sevmediğim bu popçu kardeşlerimizin haksız saygı gördüklerini düşünmem, onların bana hitap edemiyor oluşundandır. yani bir seda sayan, milyonlarca ev hanımı tarafından sevilmekteyken, benim sokakta görsem ilgimi çekmeyecek biri oluşu sadece sanatını sevmediğimdendir. sanatını sevmediğimiz sanatçılara saygı duyma zorunluluğumuz yoktur. saniyede zilyon tane nota basabilen bir rock gitaristi, ev hanımlarınca saygı göreceğini düşünmemelidir. barış akarsu temiz kibar bir çocuk olduğu ve trafik kazasıyla ölümü pek çok insanca haksız bir ölüm olduğu düşünüldüğü için saygı görmüştür. overdosedan giden jim morrisonun türkiyede ölümüyle saygı uyandırmış olduğunu düşünmüyorum. ama müziği ile bir kesim için tanrıdır. bir popçu bir kesimce popüler sanatçı ilan edildiği vakit tüm türkiye tarafından sevildiğini sanmamalıdır. bir sezen aksu, fikret kızılok gibi kalıcı ve güçlü saygı görebilmen için öncelikle pek çok kişiye hitap edebilmen gereklidir ve iki kıytırık şarkınla bu imkansızdır. türkiyede bir kaç popüler olmuş tiyatro oyuncusu dışında saygı gören olmamasının sebebi, türk halkının tiyatrodan uzak olmasıdır. popüler olan tiyatrocular da dizilerde oynamasa varlıklarından bihaber olacaktık muhtemelen.
insan kendini düşünür, ve haklıdır. örnek bu ya, gece sokakta cem yılmazı bir kaç kişi kıstırmış dövüyor olsun, hemen gidip kurtarmaya çalışırım. çünkü, bu adamın komedyen olduğunu, beni güldürdüğünü düşünürüm, bu insanlar cem yılmazı değil de herhangi birini dövüyor olsaydı müdahale edeceğimi sanmıyorum. ama benim aldığım zevke, beni güldüren esprilere, bana hitap eden kişiye zarar gelmesini istemem, cem yılmaza dalanların ağzını kırar sonra da "siktirin gidin bir daha görmeyim sizi buralarda" derim. sonra cem yılmazı bir çorbacıya götürürüm, "bir şeyin var mı abi" derim. beklerim iki espri yapsın da beni güldürsün. öyle işte. bana antrikotlar paketleyen şen kasabı dövdüklerini görsem ona da müdahale etmek isterim. bana tekrar antrikotlar paketleyebilsin diye. ama hitapları farklıdır, ben antrikotu başka kasaptan da alırım ama cem yılmaz giderse muadilinin olmadığını düşünürüm. kafamda kurduğum bu değer tartısına bakarım ve şen kasabı dövüyorlarsa ve kalabalıklarsa belki de karışmam sadece polisi ararım. ama cem yılmazı dövüyorlarsa gaza gelir adamların anasını skerim, o derece severim çünkü kendisini.
toplumda saygı da katlanarak artar. mahallede "şen kasabı dövüyorlar, yetişin" diye bağırsam on kişi koşsa, "cem yılmazı dövüyorlar" diye bağırsam gene on kişi koşar. ama türkiyenin başka her hangi bir yerinde şen kasap, önlüğüyle satırıyla gezerken bir saygı görmez. cem yılmazın çevresi kuşatılır, yürüyemez adam, topluma mal olma, muteberlik budur.
devlet bir ara, saygıyı en çok hak eden sanatçıları, yani topluma mal olmuş sanatçıları "devlet sanatçısı" ünvanıyla ödüllendirmişti. bir otoritenin gözüyle, gerçek sanatçı ile sıradan sanatçı arasındaki fark ortaya konmuştu. belki demek istediklerim daha iyi anlaşılmıştır. topluma en çok hitap etmiş sanatçılar devlet tarafından bile saygı görmektedir. toplum anlayışı içinde, yaşlı insanlar gibi sanatçılar da saygı görmesi istenen insanlar arasına sokulmaktadır. bu kötü bir şey değildir. nejat uygurun esprilerini sevmeyebilirsiniz ama tiyatro sanatına harcadığı senelerle, emekle bu insan toplum kuralları içinde saygıyı hak eden bir insandır.
bugün polat alemdarı canlandıran oyuncu, boktan oyunculuğuyla bir filminin galasında babalar gibi itibar görürken, kurtlar vadisinde öldürülen insan sayısı kadar oyunda oynamış gazanfer özcan hayvani bir borç ile vefat ediyorsa, "sokayım bu ülkenin sanat anlayışına" demek de en temel hakkımızdır. her insan için olması gereken diye bir tanım vardır, bence olması gereken bu değil.
saygı nedir, neden duyulur konusu hakkında diyebileceklerimiz basit. insan, kendisinden güçlü, büyük, yetenekli ve benzeri insanlara saygı duyar. annemize, babamıza, öğretmenimize, patronumuza, yaşça büyük insanlara isteyerek veya istemeyerek saygı duyarız. misal, bizi okuttuğu, büyüttüğü için babamıza kendimizi ister istemez borçlu hisederiz ve saygı duyarız, toplumsal kurallar zaten saygıyı bu noktada zorunlu kılmıştır. bu toplumsal kurallar, otobüsteki yaşlı insanlara da saygı duymamızı zorunlu kılar, onların bizim üzerimizde hiç bir emeği olmamasına rağmen onlara yapılacak bir saygısızlık hoş karşılanmayacaktır. patronumuz bize maaş verdiği için ondan korkarız ve saygısızlık yapmaktan kaçınırız, çünkü biliyoruz ki onun bizi kovabilme gibi bir gücü var.
bizimle muadil sayılabilecek bir insanı ele alalım. ben hala baba parasıyla yaşayan biriyken benimle yaşıt birisi çalışmak zorunda kalmış ve gocunmadan ailesinin geçimini sağlıyor. saygıyı hak ediyor mu? bencilce davranmaması, fedakar oluşu vs. erdem sayılan nitelikleri yüzünden, diğer insanlarca saygıya layık görülür. insanlar, bu erdemleri saygı duyulacak üst meziyetler olarak kabul etmiştir. yani, bu insan, benden bu meziyetleri sayesinde üstün sayılmaktadır. belki şartlar öyle gerektirmeseydi, benim gibi baba parası yiyen umursamaz vurdumduymaz bir şahıs olacak bu insan, edinmiş olduğu erdemleri sayesinde toplum için değerli bir şahıstır. kimse doğuştan erdemli değildir ama erdemler nasıl kazanılır ya da çevresel faktörlerce bünyeye aşılanır, bu apayrı bir mevzu.
doğuştan saygıyı hak eden insanlar sanatçılar, dahiler gibi insanlardır. bu insanlarda, bizde olmayan ve sonradan da edinilemeyecek nitelikler mevcut olup, bu kişiler diğer insanlarda ne kadar hayranlık uyandırabiliyorlarsa o kadar saygı görürler. bu hayranlık ve hitap etme olayı, kişiden kişiye değişmektedir, şöyle ki; anneanneme televizyonda stephen hawking i gösterip de "bak adam hasta, sakat ama koskoca bilimadamı olmuş" dediğimde anneannem ağlamaya başlayabiliyor. çünkü, stephen hawking onun gözünde, dezavantajlı olduğu halde azmi sayesinde bir yerlere gelebilmiş bir insandır, anneannem ona azminden dolayı saygı duymaktadır. ama benim gözümde o bir dahidir. dehası ile, insanlığa, bilime ne kadar hizmet etmişse o kadar saygıyı hak etmektedir.
adolf hitler, insanlık tarihinin yüz karası olsa bile, kurduğu sistemi işletişi ile, savaş planları ile, yani üstün zekası ile hayranlık uyandırır. ben bir yahudi olsaydım, atalarımdan onlarcasını katleden bu adama herhangi bir hayranlık ya da saygı duymam söz konusu olamazdı. bu noktada, benim saygı duymamı engelleyecek faktörler mevcut olacaktı, erdemli bir insan olmadığı ve insanlığa, insanlara zarar vermesinden dolayı ondan sadece nefret edecektim. üçüncü bir kişi gözü ile baktığımda ise, tiksinti uyandıran karakterinin gölgesinde bir deha pırıltısını seçebiliyorum.
sanatçılar, günümüzde, eski zamanlardan çok daha fazla göz önünde bulunmaktadırlar. medya sayesinde sadece sanatları ile değil de yaşantıları ile de biliniyorlar. insanlar, onları yaşantıları ile yargılayabiliyorlar. anneannem, bülent ersoyu sevmez, çünkü o toplumca zor kabul görecek bir insandı ve sonrasında da cinsiyetini değiştirdi. anneannem bunu hoş görmemektedir. bülent ersoy dünyanın en iyi şarkısını yapıp söylese gene anneannemden takdir alamayacaktır.
sanatçının topluma örnek olması konusu aslında saçmadır. toplum, örnek gösterip "buna benzeyin, toplumdan saygı sevgi görün" insanları sever. toplum gözünde saygı kazanmayı umursamayan insanlar, istenen erdemli davranışları uygulamak için kendilerini kasmazlar. gerçi onlar da, günümüzde var olan özgürlükçü insanların gözünde itibar kazanmaktadır. misal, evlilik dışı çocuk sahibi olan bir kadın, eskilerin gözünde orospu damgası yiyorken, yenilerde "helal olsun, cesur, özgür kadın" diye hayranlık uyandırabilmektedir.
sanatçı; sanat dallarından birisi ile uğraşan insandır. zeki müren de, ajdar anık da sanatçıdır bu bağlamda. ancak ajdar anık, halka hitap edemediği için saygı görmemektedir. çünkü müzik yeteneği yoktur. yani saygıyı, yetenek doğurmaktadır. ahmet kaya sanatıyla saygı görmektedir, ancak sanatının yanında ideolojik nedenlerle bazı kesimlerde nefret uyandırmaktadır. kişiyi ya sanatçı, ya da insan olarak ele almak gerekir. insan olarak ele aldığımızda her şeyiyle tartmak gerekirken, sanatçı olarak baktığımızda sadece resmiyle, müziğiyle, oyunculuğuyla, kalemiyle vs değerlendirmeliyiz.
toplum sanatçıları sever, çünkü bu sanatçılar halk için sanat yapmaktadırlar. toplum, sanatı için değerlendirirken onu aslında birey olarak algılamamaktadır, sanatçı bu noktada toplumun üzerinde bir yerlerdedir, deniz seki kokain kullansa bile toplum için kokain kullanan sıradan birinden farklı olmaktadır. franz kafka hayatta iken toplum tarafından fark dahi edilmemiş iken, ölümünden sonra eserlerinin insanlığa sunulması ile saygı duyulan büyük yazarlar sınıfına girmiştir. toplumun saygı duymasındaki kıstas olan hitap olayı, bu büyük edebiyatçının, eserlerinin yayınlanmayıp da yakılması halinde yok olup unutulmasına sebep olacaktı. sanatçı, sanat yaptığı kadar değil de sanatı halka sunabildiği kadar sanatçı olup saygı görmektedir.
günümüzün sanatında, halka, özellikle de genç kesime kolaylıkla inebilme kolaylığı sayesinde, gerçek sanatçı denebilecek insanlar gölgede kalabilirken sanatsal yeteneği olmayan ancak sadece hitap etme ve cazip gelme yüzünden abuk sabuk diyebileceğim insanlar sanatçı kimliği taşımaktadır. en kolay icra edilen müzik türü olan pop müzikte, onlarca şarkıcı varken, türk halkına hitap etmeyen metal, caz vs müzik türleri için bunu söyleyemeyiz. sabah programlarında sahte sarışın şarkıcılar ekranları şenlendirebiliyorken, kazancı bedih sobadan zehirlenebilmekte, yavuz çetin intihar edebilmektedir.
şimdi düşünelim, müziğini sevmediğim bu popçu kardeşlerimizin haksız saygı gördüklerini düşünmem, onların bana hitap edemiyor oluşundandır. yani bir seda sayan, milyonlarca ev hanımı tarafından sevilmekteyken, benim sokakta görsem ilgimi çekmeyecek biri oluşu sadece sanatını sevmediğimdendir. sanatını sevmediğimiz sanatçılara saygı duyma zorunluluğumuz yoktur. saniyede zilyon tane nota basabilen bir rock gitaristi, ev hanımlarınca saygı göreceğini düşünmemelidir. barış akarsu temiz kibar bir çocuk olduğu ve trafik kazasıyla ölümü pek çok insanca haksız bir ölüm olduğu düşünüldüğü için saygı görmüştür. overdosedan giden jim morrisonun türkiyede ölümüyle saygı uyandırmış olduğunu düşünmüyorum. ama müziği ile bir kesim için tanrıdır. bir popçu bir kesimce popüler sanatçı ilan edildiği vakit tüm türkiye tarafından sevildiğini sanmamalıdır. bir sezen aksu, fikret kızılok gibi kalıcı ve güçlü saygı görebilmen için öncelikle pek çok kişiye hitap edebilmen gereklidir ve iki kıytırık şarkınla bu imkansızdır. türkiyede bir kaç popüler olmuş tiyatro oyuncusu dışında saygı gören olmamasının sebebi, türk halkının tiyatrodan uzak olmasıdır. popüler olan tiyatrocular da dizilerde oynamasa varlıklarından bihaber olacaktık muhtemelen.
insan kendini düşünür, ve haklıdır. örnek bu ya, gece sokakta cem yılmazı bir kaç kişi kıstırmış dövüyor olsun, hemen gidip kurtarmaya çalışırım. çünkü, bu adamın komedyen olduğunu, beni güldürdüğünü düşünürüm, bu insanlar cem yılmazı değil de herhangi birini dövüyor olsaydı müdahale edeceğimi sanmıyorum. ama benim aldığım zevke, beni güldüren esprilere, bana hitap eden kişiye zarar gelmesini istemem, cem yılmaza dalanların ağzını kırar sonra da "siktirin gidin bir daha görmeyim sizi buralarda" derim. sonra cem yılmazı bir çorbacıya götürürüm, "bir şeyin var mı abi" derim. beklerim iki espri yapsın da beni güldürsün. öyle işte. bana antrikotlar paketleyen şen kasabı dövdüklerini görsem ona da müdahale etmek isterim. bana tekrar antrikotlar paketleyebilsin diye. ama hitapları farklıdır, ben antrikotu başka kasaptan da alırım ama cem yılmaz giderse muadilinin olmadığını düşünürüm. kafamda kurduğum bu değer tartısına bakarım ve şen kasabı dövüyorlarsa ve kalabalıklarsa belki de karışmam sadece polisi ararım. ama cem yılmazı dövüyorlarsa gaza gelir adamların anasını skerim, o derece severim çünkü kendisini.
toplumda saygı da katlanarak artar. mahallede "şen kasabı dövüyorlar, yetişin" diye bağırsam on kişi koşsa, "cem yılmazı dövüyorlar" diye bağırsam gene on kişi koşar. ama türkiyenin başka her hangi bir yerinde şen kasap, önlüğüyle satırıyla gezerken bir saygı görmez. cem yılmazın çevresi kuşatılır, yürüyemez adam, topluma mal olma, muteberlik budur.
devlet bir ara, saygıyı en çok hak eden sanatçıları, yani topluma mal olmuş sanatçıları "devlet sanatçısı" ünvanıyla ödüllendirmişti. bir otoritenin gözüyle, gerçek sanatçı ile sıradan sanatçı arasındaki fark ortaya konmuştu. belki demek istediklerim daha iyi anlaşılmıştır. topluma en çok hitap etmiş sanatçılar devlet tarafından bile saygı görmektedir. toplum anlayışı içinde, yaşlı insanlar gibi sanatçılar da saygı görmesi istenen insanlar arasına sokulmaktadır. bu kötü bir şey değildir. nejat uygurun esprilerini sevmeyebilirsiniz ama tiyatro sanatına harcadığı senelerle, emekle bu insan toplum kuralları içinde saygıyı hak eden bir insandır.
bugün polat alemdarı canlandıran oyuncu, boktan oyunculuğuyla bir filminin galasında babalar gibi itibar görürken, kurtlar vadisinde öldürülen insan sayısı kadar oyunda oynamış gazanfer özcan hayvani bir borç ile vefat ediyorsa, "sokayım bu ülkenin sanat anlayışına" demek de en temel hakkımızdır. her insan için olması gereken diye bir tanım vardır, bence olması gereken bu değil.
13 Ekim 2010 Çarşamba
mezun olduğu üniversiteyi özlemeyen insan
< "4 senemi gecirdigim canim okulum" triplerindeki insanlarin zitti olan insan evladidir. > diye başlıyor mezun olduğu liseyi özlemeyen insan başlığındaki ilk entry.
üniversite liseden farklıdır. üniversite öğrencisi, lise öğrencisinden çok farklıdır. lisesini seven birisi için, lise hayatında çok önemli yer tutar. henüz tam bir birey olamamışken, hayatını etkileyen, saatlerini günlerini geçirdiğin bu yere stockholm sendromundakine benzer bir bağlılık duymamak zordur. dünyan evin ve okulundan ibaret sayıldığından, genelde ya büyük bir sevgi ya da büyük bir nefret beslenir bu kuruma.
üniversiteye gitmeden önce, bundan sonra hayatında olacak değişiklikler, yeni çevren, özgürlük vs üzerine hayaller kurulur. lisesini çok seven insanlar bile bu tür bir değişime girmekten heyecan duyar.
üniversiteye girdikten sonra, pek çok kimse lisesini özler, arkadaşlarını özler, kaç yılını verdiği bir çevreden sonra yeni bir çevre oluşturabilme ve adaptasyondaki zorluklar, liseye duyduğu özlem olarak geri dönebilir.
bu insan bir gün üniversitesinden de mezun olur. peki üniversitesini özler mi?
lisesini özlemeyen insan sayısına göre üniversitesini özlemeyen insan sayısı tahminimce çok daha fazladır. onsekiz yaşını bitiren bir birey, hayatının ev ve okulundan ibaret olmadığını fark etmiştir. bu sebeple üniversiteye lisesi kadar bağlanmaz. lisedeki öğretmen öğrenci ilişkisi hemen hemen tüm üniversitelerde başka bir boyuttadır, profesörünü annesi-babasının yerine koyabilecek pek kimse yoktur herhalde. yüz kişilik anfilerde derse girip çıkan bir birey "biz 10-cyiz, adamı sikeriz olm" diye bir mottoya bürünmez. zira sınıfta samimi olabileceği kişi sayısı, sınıfı sahiplenmesine yetecek kadar değildir. kendi tayfasıyla takılır, gerisini boşverir. lisedeki gibi derslere zorunlu katılım: başkasına imza attırma vs teknikler var, sınıfta sürekli aynı kişinin yanında oturma ya da dersi takip etme zorunluluğu olmadığından, lisedeki gibi kaçınılmaz bir bağ kurma söz konusu değildir.
üniversite hayatı özlenebilir, lise denen devlet dairesinden sonra üniversitede özgür olduğunu hisseden, üniversite özgürlüğünden sonra işe girip şaftı kayanlar üniversitedeki hayatlarını özleyebilirler. benim kastettiğim, bir okul olarak üniversiteyi özlemeyen insandır.
üniversiteyi özlemeyen insan, üniversitesine bağlılık duymamasının yanında, üniversitesinden memnun olmaya da bilir. şöyle ki;
-üniversitedeki öğrencilerin genel profili kendi karakteriyle uyumsuz olabilir. örneğin x özel üniversitesine burslu giden sıradan bir genç, kendisinin onlar gibi spor araba merakının olmadığını, tüm kızların tikky olduğunu vs fark ettiğinde üniversitesinden nefret edebilir.
-istemediği bir bölümü seçenler ya da seçtikleri bölüm için "yanlış bölüm seçmişim ben, ben aslında x olmalıydım" diyenler üniversitelerini sevmezler. bu kimseler okumaktan zevk almazlar, okularını bırakabilirler ya da zorlaya zorlaya mezun olup ileride "benim hayatımı üniversite sikti attı" diyerek nefretlerini sunarlar.
-üniversitede derslerin çok zor olduğunu düşünüp okuldan soğuyabilirler. mesela bir kişi hep tıp okumak istemiştir. sonra tıbbı kazanır ama derslerin zorluğundan kafayı yer, okuldan nefret eder. derslerden kalabilir, sınıf tekrarı yapabilir bu da üniversitesine duyduğu nefreti arttıracaktır.
-üniversitedeki eğitimden memnun olmayan insanlar, ezberci eğitim, yeterli bilginin verilmemesi, hocaların ilgisizliği ya da karaktersizliğinden vs dolayı da okullarını sevmeyebilir. "okul bana bir şey vermedi" der, mezun olunca kendini geliştirir.
-üniversite imkanları yetersizse de okul sevilmeyebilir. lablarda kırık dökük aletleri görünce, sosyal etkinlikler olmayınca, şenliklerden memnun kalınmazsa da üniversite için iyi şeyler düşünülmez.
bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı, bu insanlar mezun oldukları zaman üniversitelerini anarken " keşke o eski günlere dönebilsek" demezler. üniversitelerini özleme nedeni bulamazlar, zaten bir kaç sevilen arkadaşla istediği zaman iletişim kurabiliyorsa, üniversite bir süre sonra "yaşandı ve bitti" denilerek anılmayacaktır bile.
üniversite liseden farklıdır. üniversite öğrencisi, lise öğrencisinden çok farklıdır. lisesini seven birisi için, lise hayatında çok önemli yer tutar. henüz tam bir birey olamamışken, hayatını etkileyen, saatlerini günlerini geçirdiğin bu yere stockholm sendromundakine benzer bir bağlılık duymamak zordur. dünyan evin ve okulundan ibaret sayıldığından, genelde ya büyük bir sevgi ya da büyük bir nefret beslenir bu kuruma.
üniversiteye gitmeden önce, bundan sonra hayatında olacak değişiklikler, yeni çevren, özgürlük vs üzerine hayaller kurulur. lisesini çok seven insanlar bile bu tür bir değişime girmekten heyecan duyar.
üniversiteye girdikten sonra, pek çok kimse lisesini özler, arkadaşlarını özler, kaç yılını verdiği bir çevreden sonra yeni bir çevre oluşturabilme ve adaptasyondaki zorluklar, liseye duyduğu özlem olarak geri dönebilir.
bu insan bir gün üniversitesinden de mezun olur. peki üniversitesini özler mi?
lisesini özlemeyen insan sayısına göre üniversitesini özlemeyen insan sayısı tahminimce çok daha fazladır. onsekiz yaşını bitiren bir birey, hayatının ev ve okulundan ibaret olmadığını fark etmiştir. bu sebeple üniversiteye lisesi kadar bağlanmaz. lisedeki öğretmen öğrenci ilişkisi hemen hemen tüm üniversitelerde başka bir boyuttadır, profesörünü annesi-babasının yerine koyabilecek pek kimse yoktur herhalde. yüz kişilik anfilerde derse girip çıkan bir birey "biz 10-cyiz, adamı sikeriz olm" diye bir mottoya bürünmez. zira sınıfta samimi olabileceği kişi sayısı, sınıfı sahiplenmesine yetecek kadar değildir. kendi tayfasıyla takılır, gerisini boşverir. lisedeki gibi derslere zorunlu katılım: başkasına imza attırma vs teknikler var, sınıfta sürekli aynı kişinin yanında oturma ya da dersi takip etme zorunluluğu olmadığından, lisedeki gibi kaçınılmaz bir bağ kurma söz konusu değildir.
üniversite hayatı özlenebilir, lise denen devlet dairesinden sonra üniversitede özgür olduğunu hisseden, üniversite özgürlüğünden sonra işe girip şaftı kayanlar üniversitedeki hayatlarını özleyebilirler. benim kastettiğim, bir okul olarak üniversiteyi özlemeyen insandır.
üniversiteyi özlemeyen insan, üniversitesine bağlılık duymamasının yanında, üniversitesinden memnun olmaya da bilir. şöyle ki;
-üniversitedeki öğrencilerin genel profili kendi karakteriyle uyumsuz olabilir. örneğin x özel üniversitesine burslu giden sıradan bir genç, kendisinin onlar gibi spor araba merakının olmadığını, tüm kızların tikky olduğunu vs fark ettiğinde üniversitesinden nefret edebilir.
-istemediği bir bölümü seçenler ya da seçtikleri bölüm için "yanlış bölüm seçmişim ben, ben aslında x olmalıydım" diyenler üniversitelerini sevmezler. bu kimseler okumaktan zevk almazlar, okularını bırakabilirler ya da zorlaya zorlaya mezun olup ileride "benim hayatımı üniversite sikti attı" diyerek nefretlerini sunarlar.
-üniversitede derslerin çok zor olduğunu düşünüp okuldan soğuyabilirler. mesela bir kişi hep tıp okumak istemiştir. sonra tıbbı kazanır ama derslerin zorluğundan kafayı yer, okuldan nefret eder. derslerden kalabilir, sınıf tekrarı yapabilir bu da üniversitesine duyduğu nefreti arttıracaktır.
-üniversitedeki eğitimden memnun olmayan insanlar, ezberci eğitim, yeterli bilginin verilmemesi, hocaların ilgisizliği ya da karaktersizliğinden vs dolayı da okullarını sevmeyebilir. "okul bana bir şey vermedi" der, mezun olunca kendini geliştirir.
-üniversite imkanları yetersizse de okul sevilmeyebilir. lablarda kırık dökük aletleri görünce, sosyal etkinlikler olmayınca, şenliklerden memnun kalınmazsa da üniversite için iyi şeyler düşünülmez.
bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı, bu insanlar mezun oldukları zaman üniversitelerini anarken " keşke o eski günlere dönebilsek" demezler. üniversitelerini özleme nedeni bulamazlar, zaten bir kaç sevilen arkadaşla istediği zaman iletişim kurabiliyorsa, üniversite bir süre sonra "yaşandı ve bitti" denilerek anılmayacaktır bile.
sevgilisine göre şekil değiştiren insan
kendimizi kandırmamıza gerek yok. "ben sevgilime göre hiç şekil değiştirmedim" diyen insan yalancıdır. size yalancı dediğim için bana kızabilirsiniz, "canınız sağolsun" diyor örnekli anlatıma geçiyorum.
sevgili arayan insan: sevgili arayan insan yani sen, ben, sokaktaki adam, siz sayın hakim, birilerini etkileyebilmek için trendleri inceler ve buna göre kendini değiştirir.
ör: kitaplardan kafasını kaldırmayan birinin, sosyalleşme adına barlara gitmesi. burada şahsımız, potansiyel sevgililerin barlara gittiğini düşünüp kendisi de barlara gitmeye başlamıştır. tersi bir durum da olabilir, ortamcı birisi, entellektüelitenin prim yapacağını düşünüyorsa eline kitap, gazete vs alıp okuyacak, karakterinden ödün verecektir. "kitap sever insanlar barlara da gidebilir" diye hemen karşı çıkmayın, örnekte bu durumun göz ardı edildiğini pek ala siz de anlayabiliyorsunuz.
birine yazan insan: birine yazma sürecinde, karşı tarafı etkileyebilmek için kişi onun hoşlanmakta olduğu şeylere yönelecektir.
ör: yazdığınız kişi metal müzik dinliyorsa, illa ki sağdan soldan metal müzik hakkında, metal müzik icracısı sanatkarlar hakkında bilgi edinmeye, gerektiğinde karşı tarafla iki çift laf edebilecek seviyeye gelmeye çalışacaktır.
sevgili sahibi olduktan sonra: sevgililik müessesesinde, kişileri birebir olarak kafamızdaki insan olduğu için seçmeyiz. böyle mükemmel sevgili diye bir şey olması imkansızdır zaten. onun yerine, kafamızdakine yakın özelliklere sahipse sevgili olarak seçeriz. ilişki süresince, birbirlerini ne kadar tanımamışlarsa, karşı tarafa o kadar ip ucu sunarlar ve diğer şahsın tepkisini beklerler. karşılıklı uyum da zaten bu tepkilere göre şekillenir.
ör: futbol manyağı bir adam, sevgilisi olan hanım da futboldan hazzetmez. sevgililiğin ilk dönemlerinde futbol bahsi pek geçmeyebilir. ama zamanla erkek futbol sevgisini, sevgilisi de futbola karşı hoşnutsuzluğunu yavaş yavaş belli edecektir. bundan sonra, erkek kızı memnun etmek için futbol sevgisinden ödün verebilir, kız futboldan hoşlanıyormuş gibi görünebilir. ilişkinin seyri, karşılıklı ödünlere, yapılan tercihlere bağlıdır. bunlar da hoşgörüye, güç kavgalarına, rol kabiliyetine vs bağlıdır elbette.
sevgilisine göre şekil değiştiren insanın birincil amacı karşı tarafı etkilemektir. bir insan için birisinin ilgisini çekmek, onun ilgi duyacağı bir alana girmekle olabilir. mesela, birisi futbola, elektronik müziğe ve bonzai yetiştirmeye ilgi duyuyorsa, en az birisi ile ilgileniyor olmanız durumunda onun ilgisini çekebilirsiniz. (bu örnekte de boy, pos, kalça, bacak gibi fiziki ilgi alanlarını es geçtiğimi fark etmişsinizdir.) eğer ki kişi futboldan hoşlanmıyor, ama sırf ilgi çekmek için futbol ile ilgileniyormuş gibi gözüküyorsa bu sahtekarlıktır.
bir hikaye vardır, hani bir kız ile bir oğlan ilk kez buluşmuşlar, kahve içeceklermiş. oğlan heyecandan şeker yerine tuz atmış kahvesine, sonra da "ben okyanus kıyısında büyüdüm, tuz tadını çok severim bana çocukluğumu hatırlatır" demiş. kız çok etkilenmiş bu ilginç olaydan, sonsuza kadar mutlu yaşamışlar, kız eşine hep tuzlu kahve yapmış da eleman ölmeden önce mektup yazmış "tuzlu kahvenin tadı bok gibiydi ama seni başka türlü elde edemezdim" diye. hikaye çok şirin görünebilir ama bir yalan üzerine devam etmek bana komik geliyor. yani, bir kız gelse, "ben de star wars hastasıyım" dese, yıllarca üçlemeleri tekrar tekrar seyretsek, sonra da "star wars götüm gibi" dese, kendimi aldatılmış hissederim. bu yüzdendir ki sevgilisine göre şekil değiştiren insanlar karaktersiz diye nitelendiriliyor.
ancak, bu insan doğasında olan bir şeydir. önemli olanın karşıdakini elde etmek olduğunu düşünen herkes, kendinden bir parça ödün verecektir. bebek sesi çıkaran kızlardan pek çok insan nefret etse de, kimse sevgilisini "cancişom bulyuşalym mıy" dediği için terk etmiyor. rock müzikten nefret eden insanlar karı kaldırma umuduyla rock barlara dolup judas priest dinleyip headbang yapıyor. istenmediği halde beraber romantik komediler seyrediliyor, tutulmayan takımların maçlarına gidiliyor. bunun ötesinde, yalandan kişilikler sunuluyor, hoşgörülü, cool, maceraperest, duygusal, aklınıza ne gelirse o türden kimliklere bürünülüyor. komik değil, hoş değil bunlar. ama yapıyoruz, illa ki yapıyoruz çünkü bir noktaya kadar kendimize hakimiz. kötü bir şakaya gülmek bile sahtekarlıktır aslında, ama maksat muhabbet olsun değil mi.
bu zararlı bir şey mi, buna bakalım. mesela ben sadece ama sadece türk pop müziği dinleyen biri olsam, sevgilim de klasik müzik hastası olsa. beni rahmaninofla, schubertle tanıştırsa, ben de çok memnun olsam. gayet güzel bir şey. ama ben klasik müzik dinleyip de hiç beğenmezsem, ama "aşkım, bitmeyen senfoni gerçekten çok güzelmiş" diye yalan söylesem bu zararlıdır. karşımdakine yalandan bir dünya sunmaktayım. hasta fenerli olsam, sevgilim benimle maçlara gelse mutlu olurum, bir şeyler paylaştığımızı, aynı hisleri taşıdığımızı düşünürüm. ama maç sevmeyip de öyle gözükmeye çalıştığını, "en büyük fener" diye bağırırken aslında "ne yapıyorum ben burada amına koyım" diye içinden söylendiğini anlarsam içimde bir şey kırılır, unufak olur, bir şeyler kirlenir. maç sevmiyorsa bırakır, ben maçıma giderim, dönünce gene koynuna girerim, bunda bir sorun yoktur.
birini sevdiğimizde ona yeni şeyler sunmak isteriz. ben hayranı olduğum bir yazarı ona överim, hatta kitaplarını hediye ederim. sevdiğim müziklerden cd oluşturur veririm. sevdiğim bir yönetmenin son filmine götürürüm. öznel olmasını isterim, kendi fikrini üretebilmesini beklerim. beraber tartışmak, beğendiği-beğenmediği yönlerini ondan duymak isterim. "çok güzel film" diye rol keserse atarsa anlarım zaten, bir daha sinemaya gideceğimiz zaman içimi bir sıkıntı kaplar. "acaba karşımdaki insan bana ne kadar rol yaptı" diye kafa yorarım.
kafasında belli kurallar oluşturmuş insan karakterli insandır. deneyip, beğenmeyip oluşturduğum "puzzle yapmak çok saçma" diye bir kuralım varsa, sevgilimle beraber puzzle yapmak özbenliğime saygısızlık olur. ama daha önce hiç denemeyip de yeni öğrendiğim bir şey hoşuma gitmişse bu zaten şekil değiştirmek değildir, kendine yeni bir şeyler katmaktır, yanlış anlaşılmaya da çok müsaittir.
ne kendimizi ne de karşımızdakini kandıralım.
sevgili arayan insan: sevgili arayan insan yani sen, ben, sokaktaki adam, siz sayın hakim, birilerini etkileyebilmek için trendleri inceler ve buna göre kendini değiştirir.
ör: kitaplardan kafasını kaldırmayan birinin, sosyalleşme adına barlara gitmesi. burada şahsımız, potansiyel sevgililerin barlara gittiğini düşünüp kendisi de barlara gitmeye başlamıştır. tersi bir durum da olabilir, ortamcı birisi, entellektüelitenin prim yapacağını düşünüyorsa eline kitap, gazete vs alıp okuyacak, karakterinden ödün verecektir. "kitap sever insanlar barlara da gidebilir" diye hemen karşı çıkmayın, örnekte bu durumun göz ardı edildiğini pek ala siz de anlayabiliyorsunuz.
birine yazan insan: birine yazma sürecinde, karşı tarafı etkileyebilmek için kişi onun hoşlanmakta olduğu şeylere yönelecektir.
ör: yazdığınız kişi metal müzik dinliyorsa, illa ki sağdan soldan metal müzik hakkında, metal müzik icracısı sanatkarlar hakkında bilgi edinmeye, gerektiğinde karşı tarafla iki çift laf edebilecek seviyeye gelmeye çalışacaktır.
sevgili sahibi olduktan sonra: sevgililik müessesesinde, kişileri birebir olarak kafamızdaki insan olduğu için seçmeyiz. böyle mükemmel sevgili diye bir şey olması imkansızdır zaten. onun yerine, kafamızdakine yakın özelliklere sahipse sevgili olarak seçeriz. ilişki süresince, birbirlerini ne kadar tanımamışlarsa, karşı tarafa o kadar ip ucu sunarlar ve diğer şahsın tepkisini beklerler. karşılıklı uyum da zaten bu tepkilere göre şekillenir.
ör: futbol manyağı bir adam, sevgilisi olan hanım da futboldan hazzetmez. sevgililiğin ilk dönemlerinde futbol bahsi pek geçmeyebilir. ama zamanla erkek futbol sevgisini, sevgilisi de futbola karşı hoşnutsuzluğunu yavaş yavaş belli edecektir. bundan sonra, erkek kızı memnun etmek için futbol sevgisinden ödün verebilir, kız futboldan hoşlanıyormuş gibi görünebilir. ilişkinin seyri, karşılıklı ödünlere, yapılan tercihlere bağlıdır. bunlar da hoşgörüye, güç kavgalarına, rol kabiliyetine vs bağlıdır elbette.
sevgilisine göre şekil değiştiren insanın birincil amacı karşı tarafı etkilemektir. bir insan için birisinin ilgisini çekmek, onun ilgi duyacağı bir alana girmekle olabilir. mesela, birisi futbola, elektronik müziğe ve bonzai yetiştirmeye ilgi duyuyorsa, en az birisi ile ilgileniyor olmanız durumunda onun ilgisini çekebilirsiniz. (bu örnekte de boy, pos, kalça, bacak gibi fiziki ilgi alanlarını es geçtiğimi fark etmişsinizdir.) eğer ki kişi futboldan hoşlanmıyor, ama sırf ilgi çekmek için futbol ile ilgileniyormuş gibi gözüküyorsa bu sahtekarlıktır.
bir hikaye vardır, hani bir kız ile bir oğlan ilk kez buluşmuşlar, kahve içeceklermiş. oğlan heyecandan şeker yerine tuz atmış kahvesine, sonra da "ben okyanus kıyısında büyüdüm, tuz tadını çok severim bana çocukluğumu hatırlatır" demiş. kız çok etkilenmiş bu ilginç olaydan, sonsuza kadar mutlu yaşamışlar, kız eşine hep tuzlu kahve yapmış da eleman ölmeden önce mektup yazmış "tuzlu kahvenin tadı bok gibiydi ama seni başka türlü elde edemezdim" diye. hikaye çok şirin görünebilir ama bir yalan üzerine devam etmek bana komik geliyor. yani, bir kız gelse, "ben de star wars hastasıyım" dese, yıllarca üçlemeleri tekrar tekrar seyretsek, sonra da "star wars götüm gibi" dese, kendimi aldatılmış hissederim. bu yüzdendir ki sevgilisine göre şekil değiştiren insanlar karaktersiz diye nitelendiriliyor.
ancak, bu insan doğasında olan bir şeydir. önemli olanın karşıdakini elde etmek olduğunu düşünen herkes, kendinden bir parça ödün verecektir. bebek sesi çıkaran kızlardan pek çok insan nefret etse de, kimse sevgilisini "cancişom bulyuşalym mıy" dediği için terk etmiyor. rock müzikten nefret eden insanlar karı kaldırma umuduyla rock barlara dolup judas priest dinleyip headbang yapıyor. istenmediği halde beraber romantik komediler seyrediliyor, tutulmayan takımların maçlarına gidiliyor. bunun ötesinde, yalandan kişilikler sunuluyor, hoşgörülü, cool, maceraperest, duygusal, aklınıza ne gelirse o türden kimliklere bürünülüyor. komik değil, hoş değil bunlar. ama yapıyoruz, illa ki yapıyoruz çünkü bir noktaya kadar kendimize hakimiz. kötü bir şakaya gülmek bile sahtekarlıktır aslında, ama maksat muhabbet olsun değil mi.
bu zararlı bir şey mi, buna bakalım. mesela ben sadece ama sadece türk pop müziği dinleyen biri olsam, sevgilim de klasik müzik hastası olsa. beni rahmaninofla, schubertle tanıştırsa, ben de çok memnun olsam. gayet güzel bir şey. ama ben klasik müzik dinleyip de hiç beğenmezsem, ama "aşkım, bitmeyen senfoni gerçekten çok güzelmiş" diye yalan söylesem bu zararlıdır. karşımdakine yalandan bir dünya sunmaktayım. hasta fenerli olsam, sevgilim benimle maçlara gelse mutlu olurum, bir şeyler paylaştığımızı, aynı hisleri taşıdığımızı düşünürüm. ama maç sevmeyip de öyle gözükmeye çalıştığını, "en büyük fener" diye bağırırken aslında "ne yapıyorum ben burada amına koyım" diye içinden söylendiğini anlarsam içimde bir şey kırılır, unufak olur, bir şeyler kirlenir. maç sevmiyorsa bırakır, ben maçıma giderim, dönünce gene koynuna girerim, bunda bir sorun yoktur.
birini sevdiğimizde ona yeni şeyler sunmak isteriz. ben hayranı olduğum bir yazarı ona överim, hatta kitaplarını hediye ederim. sevdiğim müziklerden cd oluşturur veririm. sevdiğim bir yönetmenin son filmine götürürüm. öznel olmasını isterim, kendi fikrini üretebilmesini beklerim. beraber tartışmak, beğendiği-beğenmediği yönlerini ondan duymak isterim. "çok güzel film" diye rol keserse atarsa anlarım zaten, bir daha sinemaya gideceğimiz zaman içimi bir sıkıntı kaplar. "acaba karşımdaki insan bana ne kadar rol yaptı" diye kafa yorarım.
kafasında belli kurallar oluşturmuş insan karakterli insandır. deneyip, beğenmeyip oluşturduğum "puzzle yapmak çok saçma" diye bir kuralım varsa, sevgilimle beraber puzzle yapmak özbenliğime saygısızlık olur. ama daha önce hiç denemeyip de yeni öğrendiğim bir şey hoşuma gitmişse bu zaten şekil değiştirmek değildir, kendine yeni bir şeyler katmaktır, yanlış anlaşılmaya da çok müsaittir.
ne kendimizi ne de karşımızdakini kandıralım.
henüz kendi parasını kazanmamış insan bakirliği
başlık "henüz kendi parasını kazanmamış insan bakirliği ve hayata atılma yalanı" olabilse daha güzel olurdu.
...
"anneee, para versene tombi alacam"
çocuk dediğin böyle olur, para ister tombi alır sonra içinden çıkan tasosuyla falan oynar. para ister dondurma alır, bilye alır, kitap alır. para istemez bazen de, ayakkabı ister babası alır, oyuncak ister dedesi alır falan. "hayat bu amına koyım" cümlesi bu durum için kullanılabilir. ne güzel değil mi hafız, gelsin harçlıklar, gelsin gofretler falan.
bazı çocuklar çalışmak zorunda kalır. sokakta gördüğümüz selpak satan çocuklar çocuk mudur diğerleri kadar sizce? vitrindeki bir oyuncağa hayranlıkla bakarken bir anda aklına evine para götürmesi gerektiği gelen, ondan sonra bakışlarını oradan istemeye istemeye ayırıp da yineden "boyayalım mı abi" diye sokakları turlayan bir çocuk tam bir çocuk değildir.
bu çocuk para kazanmak zorunda olmasa bile, sadece okulları tatil olduğu zamanlar, biraz harçlık çıkartabilmek için bir yerde çıraklık yapsa dahi durum budur, o çocuk para kazanmaya başlamıştır artık, diğer çocuklar hayalgüçleriyle süslenmiş dünyalarında yaşarken o çocuk biraz daha gerçekliğe adım atmıştır ve artık tam olarak geri dönemeyecektir. "nasıl daha fazla para kazanırım" mantalitesi ucundan da olsa ele geçirdiği için bu çocuğu, diğer çocuklardan farklı düşünecektir artık, onun dünyasında biraz daha fazla hırs vardır, cinlik vardır, az emek çok kazanç sorgulamaları vardır, var oğlu vardır.
çocukları geçelim, üniversiteye gelelim. hayata atılmak diye bir sik var. sike sike atılacağımız bu hayattan kaçmaya uğraşacağımıza yeni gelin gibi kucağına atlıyoruz hayatın.
öğrencilik başka- öğrenci evi başka, faturalar başka, kira başka, harç başka, sevgiliyle yenecek para başka. memleketinde okumayıp da para idare etmesi gereken her birey biraz hayata atılmıştır elbette ama kendi parasını kazanan öğrencilerin durumu biraz daha şey... kafelerde çalışıyor bazıları, harçlıklarını çıkarıyorlar. kimisi kafede mafede değil de bölümüyle alakalı bir yerde işe başlıyor ufaktan ufaktan, o da güzel.
para idare etmek zor, hele kendi paransa daha zor. giderini gelirine göre düzenliyorsan çok daha zor. işten çıkarılıyorsun, hooop, gelecek paraya güvenerek yaptığın harcamanın kredi kartı taksitleri götüne giriyor. hooop, yurttan çıkıp da tuttuğunuz evden atılıyorsunuz kirayı geciktirince. onu da geçtim, kendine ayıracağın vakit azalıyor, millet çay kahve içmeye çıkarken sen o çayı getiren eleman oluyorsun. o yaşta, haftasonu gelse de iş olmasa, dinlensem mantığı olur mu? oluyor.
üniversite bitince, iş arıyorsun, buluyorsun. düzenli hayata geçiyorsun, erken kalkıyor, takım elbise giyip kahvaltıda kahve içiyorsun. 2 gün çalışayım 5 gün yatayım türü işler mevcut olmadığı için 5 gün çalışıyorsun, cumartesiler çalışıyorsun, bazen eve iş getiriyorsun. "ne güzeldi eskiden" diyorsun, sana birileri para verirdi ve sen o parayı harcardın, vaktin boldu ve mutluydun. para kazandığın için sana harçlık verilmez artık, anneannen deden bile vermez hatta.
artık bir şeyi elde etmek için onu hak etmek zorunda olduğunu idrak ediyorsun. daha fazlasını da istiyorsun. işten çıkarılmamak için patronuna sırıtıyorsun, sikinde olmayan insanları memnun etmeye çalışıyorsun. seçim şansın yok zira. artık kendi kiranı kendin veriyor, kendi paranla paran kadar alışveriş yapabiliyorsun. işten ayrılırsan hayatta kalmak için başka iş bulmak zorundasın, kovulmaktan, geçinememekten korkuyorsun.
falan feşmekan.
baba parası yiyip evde evcil bir hayvan gibi yaşamak bana daha güzel geliyor. henüz emek harcayıp kuruş kazanmışlığım olmadığından çalışmak zor geliyor. okul bitmesin diye lastik gibi çeke çeke uzattım ama o da kopmak üzere artık. yarın bir gün ben de modern bir zombiye dönüşeceğim. götüm sikilmeden evvel, bugüne kadar yaşadığım güzel huzurlu günlerin hatrına bu yazıyı yazayım dedim.
insanın kendi parasını kazanması ne kadar onurlu bir şey ise, kendi parasını kazanmadan yaşayabilmesi de o kadar tatlı bir şeydir. bir kere kendi paranı kazandın mı bir şeyler eskidi gibi olmayacakmış gibime geliyor. "harçlığım bitti" cümlesi yerine "param yok" demek daha zor. öyle. bitti.
ccc aylak adam ccc
...
"anneee, para versene tombi alacam"
çocuk dediğin böyle olur, para ister tombi alır sonra içinden çıkan tasosuyla falan oynar. para ister dondurma alır, bilye alır, kitap alır. para istemez bazen de, ayakkabı ister babası alır, oyuncak ister dedesi alır falan. "hayat bu amına koyım" cümlesi bu durum için kullanılabilir. ne güzel değil mi hafız, gelsin harçlıklar, gelsin gofretler falan.
bazı çocuklar çalışmak zorunda kalır. sokakta gördüğümüz selpak satan çocuklar çocuk mudur diğerleri kadar sizce? vitrindeki bir oyuncağa hayranlıkla bakarken bir anda aklına evine para götürmesi gerektiği gelen, ondan sonra bakışlarını oradan istemeye istemeye ayırıp da yineden "boyayalım mı abi" diye sokakları turlayan bir çocuk tam bir çocuk değildir.
bu çocuk para kazanmak zorunda olmasa bile, sadece okulları tatil olduğu zamanlar, biraz harçlık çıkartabilmek için bir yerde çıraklık yapsa dahi durum budur, o çocuk para kazanmaya başlamıştır artık, diğer çocuklar hayalgüçleriyle süslenmiş dünyalarında yaşarken o çocuk biraz daha gerçekliğe adım atmıştır ve artık tam olarak geri dönemeyecektir. "nasıl daha fazla para kazanırım" mantalitesi ucundan da olsa ele geçirdiği için bu çocuğu, diğer çocuklardan farklı düşünecektir artık, onun dünyasında biraz daha fazla hırs vardır, cinlik vardır, az emek çok kazanç sorgulamaları vardır, var oğlu vardır.
çocukları geçelim, üniversiteye gelelim. hayata atılmak diye bir sik var. sike sike atılacağımız bu hayattan kaçmaya uğraşacağımıza yeni gelin gibi kucağına atlıyoruz hayatın.
öğrencilik başka- öğrenci evi başka, faturalar başka, kira başka, harç başka, sevgiliyle yenecek para başka. memleketinde okumayıp da para idare etmesi gereken her birey biraz hayata atılmıştır elbette ama kendi parasını kazanan öğrencilerin durumu biraz daha şey... kafelerde çalışıyor bazıları, harçlıklarını çıkarıyorlar. kimisi kafede mafede değil de bölümüyle alakalı bir yerde işe başlıyor ufaktan ufaktan, o da güzel.
para idare etmek zor, hele kendi paransa daha zor. giderini gelirine göre düzenliyorsan çok daha zor. işten çıkarılıyorsun, hooop, gelecek paraya güvenerek yaptığın harcamanın kredi kartı taksitleri götüne giriyor. hooop, yurttan çıkıp da tuttuğunuz evden atılıyorsunuz kirayı geciktirince. onu da geçtim, kendine ayıracağın vakit azalıyor, millet çay kahve içmeye çıkarken sen o çayı getiren eleman oluyorsun. o yaşta, haftasonu gelse de iş olmasa, dinlensem mantığı olur mu? oluyor.
üniversite bitince, iş arıyorsun, buluyorsun. düzenli hayata geçiyorsun, erken kalkıyor, takım elbise giyip kahvaltıda kahve içiyorsun. 2 gün çalışayım 5 gün yatayım türü işler mevcut olmadığı için 5 gün çalışıyorsun, cumartesiler çalışıyorsun, bazen eve iş getiriyorsun. "ne güzeldi eskiden" diyorsun, sana birileri para verirdi ve sen o parayı harcardın, vaktin boldu ve mutluydun. para kazandığın için sana harçlık verilmez artık, anneannen deden bile vermez hatta.
artık bir şeyi elde etmek için onu hak etmek zorunda olduğunu idrak ediyorsun. daha fazlasını da istiyorsun. işten çıkarılmamak için patronuna sırıtıyorsun, sikinde olmayan insanları memnun etmeye çalışıyorsun. seçim şansın yok zira. artık kendi kiranı kendin veriyor, kendi paranla paran kadar alışveriş yapabiliyorsun. işten ayrılırsan hayatta kalmak için başka iş bulmak zorundasın, kovulmaktan, geçinememekten korkuyorsun.
falan feşmekan.
baba parası yiyip evde evcil bir hayvan gibi yaşamak bana daha güzel geliyor. henüz emek harcayıp kuruş kazanmışlığım olmadığından çalışmak zor geliyor. okul bitmesin diye lastik gibi çeke çeke uzattım ama o da kopmak üzere artık. yarın bir gün ben de modern bir zombiye dönüşeceğim. götüm sikilmeden evvel, bugüne kadar yaşadığım güzel huzurlu günlerin hatrına bu yazıyı yazayım dedim.
insanın kendi parasını kazanması ne kadar onurlu bir şey ise, kendi parasını kazanmadan yaşayabilmesi de o kadar tatlı bir şeydir. bir kere kendi paranı kazandın mı bir şeyler eskidi gibi olmayacakmış gibime geliyor. "harçlığım bitti" cümlesi yerine "param yok" demek daha zor. öyle. bitti.
ccc aylak adam ccc
çok boş adam
benim büyük dayımdır bu adam.
levent kırca sözlükte yazar olsaydı, "vurunca tangır tungur ses çıkartır, o kadar boş adam yani" diye esprisini yapardı, ama allahtan yazar değil.
ilkokul mezunudur benim büyük dayım. günümüzde yaşı elli küsuru bulmuştur.
ailesinin ilk çocuğudur. okumamıştır, imkanlar dahilinde şımarık büyümüştür. çok yaramazmış, anneannemden çok sopa yermiş ufakken. annemin harçlığını çalmış yıllarca, "anneme söylersen harçlığını aldığımı, ben de seni müdüre söylerim" diye tehdit edermiş. annemin aklı erince bu yöntemi küçük dayım üzerinde uygulamaya başlamış.
ilkokuldan sonra okumamış. dedemin ayakkabı atölyesinde çalışmaya başlamış. anneannem, "serseri arkadaşlarıyla takılmasa belki okurdu" diyor.
askere gitmiş gelmiş. çenesi çalışan bir adam olduğu için herkes tarafında sevilirmiş. anneannemin abisi, yani büyük babam en çok bu yeğenini severmiş, neyini severmiş bilemiyorum.
otuz küsurunda evlenmiş. sözlendiği, hatta nişanlandığı bazı kızları bırakıp gitmiş. nedeni yok sanırım, canı istememiş, sözlendikten falan sonra "napıyorum, kim bu kız ya" demiştir belki de. sonunda birini bulmuşlar işte, evlendirmişler.
oldum olası kovboy filmlerini sever büyük dayım. kocaman bir bedenin içinde büyümemiş bir çocuğun ruhu gizlidir. bedeni çok büyüktür, çünkü evliliği mutsuzdur, sürekli yengemle kavga eder. mutsuzluğunu gırtlağına vurmuştur, kendimi bildim bileli ne bulsa nefes almadan yer, bir tabak daha ister onu da yer. belki de yemek yerken hiçbir şey düşünmemektedir, hayattan kaçışı yemek yediği anlarda bulmaktadır. daha hızlı kaçmak için daha hızlı yemektedir.
en sonunda kalp krizi geçirdi. anjiyo falan oldu ama çok korkuyor doktorlardan. şeker hastasısın dediler bir de üstüne, hayattan kaçabildiği dakika sayısını minimuma indirdiler. sigara yasakmış, içmedi aylarca ama dayanamadı. ölüm korkusu azaldıkça yavaş yavaş yine sigaraya başladı, yine abur cubur yemeye başladı. iki kilo üzümü televizyon izlerken yutardı eskiden, şimdi daha az yiyor, "yeme!" diyor karısı ama kavga ederek diyor, sadece ağzına sıçmak için diyor belki de.
bir kızları oldu. kız aynı annesiyle babası gibi, okumayacak, mümkünatı yok. sanat lisesine sokmaya çalıştılar, hayatında resim yapmamış bu kızı güzel sanatlara sokmak için sayısız torpil koydular araya. olmadı, çizim mülakatlarında siktiri çektiler haliyle. kızın da okumada gözü yok zaten, şimdi lisede, çakıyor arada, hoca falan tutmaya çalıştılar, umurunda değil kızın.
dayım diyordum, sigara içer, kahveye iner kahve içer, nargile içer. balkona çıkar saatlerce bakınır aşağılara, sahile iner bakınır, çarşıya iner bakınır. çok dalgacıdır, anneannemden tut cumhurbaşkanına kadar herkesle taşak geçer. "sen bizi güldürdün, allah da seni güldürsün" sözünü çok işitmiş hayatı boyunca, ama allah güldürmemiş onu. hobisi yok, kitap gazete okumaz, sinemaya gitmez. dedemden kalan işler yürümedi, şu anda bağkur emeklisi, maaşı var en azından. başka ne isteyebilir ki insan.
hobisi yok dedim ama gezmeyi sever. cebinde para yoktur ama ailesiyle bir yerlere gezmeye giderler, sonra küçük dayımdan borç istemeye gelir. ailecek tüketmeye hasrettirler, paraları olsa da olmasa da en gereksiz şeyleri alırlar. dayım belki karısının bileziklerini sattırabilse neler alacak ama yengem cin tabi, "kendin bul para!" diyor dayıma. sonra kızıyla kendisine elbise alıyorlar. dayım kahveye gidiyor, sigara içiyor, çay içiyor.
çok boş adamdır benim büyük dayım. hayat tuhat geliyor bazen.
levent kırca sözlükte yazar olsaydı, "vurunca tangır tungur ses çıkartır, o kadar boş adam yani" diye esprisini yapardı, ama allahtan yazar değil.
ilkokul mezunudur benim büyük dayım. günümüzde yaşı elli küsuru bulmuştur.
ailesinin ilk çocuğudur. okumamıştır, imkanlar dahilinde şımarık büyümüştür. çok yaramazmış, anneannemden çok sopa yermiş ufakken. annemin harçlığını çalmış yıllarca, "anneme söylersen harçlığını aldığımı, ben de seni müdüre söylerim" diye tehdit edermiş. annemin aklı erince bu yöntemi küçük dayım üzerinde uygulamaya başlamış.
ilkokuldan sonra okumamış. dedemin ayakkabı atölyesinde çalışmaya başlamış. anneannem, "serseri arkadaşlarıyla takılmasa belki okurdu" diyor.
askere gitmiş gelmiş. çenesi çalışan bir adam olduğu için herkes tarafında sevilirmiş. anneannemin abisi, yani büyük babam en çok bu yeğenini severmiş, neyini severmiş bilemiyorum.
otuz küsurunda evlenmiş. sözlendiği, hatta nişanlandığı bazı kızları bırakıp gitmiş. nedeni yok sanırım, canı istememiş, sözlendikten falan sonra "napıyorum, kim bu kız ya" demiştir belki de. sonunda birini bulmuşlar işte, evlendirmişler.
oldum olası kovboy filmlerini sever büyük dayım. kocaman bir bedenin içinde büyümemiş bir çocuğun ruhu gizlidir. bedeni çok büyüktür, çünkü evliliği mutsuzdur, sürekli yengemle kavga eder. mutsuzluğunu gırtlağına vurmuştur, kendimi bildim bileli ne bulsa nefes almadan yer, bir tabak daha ister onu da yer. belki de yemek yerken hiçbir şey düşünmemektedir, hayattan kaçışı yemek yediği anlarda bulmaktadır. daha hızlı kaçmak için daha hızlı yemektedir.
en sonunda kalp krizi geçirdi. anjiyo falan oldu ama çok korkuyor doktorlardan. şeker hastasısın dediler bir de üstüne, hayattan kaçabildiği dakika sayısını minimuma indirdiler. sigara yasakmış, içmedi aylarca ama dayanamadı. ölüm korkusu azaldıkça yavaş yavaş yine sigaraya başladı, yine abur cubur yemeye başladı. iki kilo üzümü televizyon izlerken yutardı eskiden, şimdi daha az yiyor, "yeme!" diyor karısı ama kavga ederek diyor, sadece ağzına sıçmak için diyor belki de.
bir kızları oldu. kız aynı annesiyle babası gibi, okumayacak, mümkünatı yok. sanat lisesine sokmaya çalıştılar, hayatında resim yapmamış bu kızı güzel sanatlara sokmak için sayısız torpil koydular araya. olmadı, çizim mülakatlarında siktiri çektiler haliyle. kızın da okumada gözü yok zaten, şimdi lisede, çakıyor arada, hoca falan tutmaya çalıştılar, umurunda değil kızın.
dayım diyordum, sigara içer, kahveye iner kahve içer, nargile içer. balkona çıkar saatlerce bakınır aşağılara, sahile iner bakınır, çarşıya iner bakınır. çok dalgacıdır, anneannemden tut cumhurbaşkanına kadar herkesle taşak geçer. "sen bizi güldürdün, allah da seni güldürsün" sözünü çok işitmiş hayatı boyunca, ama allah güldürmemiş onu. hobisi yok, kitap gazete okumaz, sinemaya gitmez. dedemden kalan işler yürümedi, şu anda bağkur emeklisi, maaşı var en azından. başka ne isteyebilir ki insan.
hobisi yok dedim ama gezmeyi sever. cebinde para yoktur ama ailesiyle bir yerlere gezmeye giderler, sonra küçük dayımdan borç istemeye gelir. ailecek tüketmeye hasrettirler, paraları olsa da olmasa da en gereksiz şeyleri alırlar. dayım belki karısının bileziklerini sattırabilse neler alacak ama yengem cin tabi, "kendin bul para!" diyor dayıma. sonra kızıyla kendisine elbise alıyorlar. dayım kahveye gidiyor, sigara içiyor, çay içiyor.
çok boş adamdır benim büyük dayım. hayat tuhat geliyor bazen.
elektrikli scooter
sağdan soldan vızır vızır geçen giden elektrikli aletlerdir. yeni türediler, sokaklarda yayalardan daha fazla sayıdalar şu anda ve her geçen dakika sayıları artıyor.müzmin bir yaya olarak; normal motosikletlerden tek güzel yanlarının ses çıkarmamaları olduğunu düşünüyorum. ama bu da olumsuz sonuçlara yol açıyor haliyle, sessiz ve ölümcüller, ne zaman nereden çıkacakları belli olmuyor, her an arkanızdan fırlayıverecekmiş korkusuyla yürümekten başka çareniz yok.
türkiyede bu kadar tutmasına akıl erdiremiyorum. türk genci en yenisi yirmi yıllık motosikletten şaşmazmış gibime geliyordu çünkü. beşyüz metre öteden motor sesini duyup da kaçışan yayaların vereceği hazdan vazgeçmeleri demek, devrimin sokaklardan başlamasının bir işareti olabilir. o patpatpatpatpaaaat diye bağıran pancar motorun huzur siken sesiyle sokaklarda fink atan gencolar, bu aletlere nasıl dadandı anlamıyorum. o gürültü sana motor değil de ferrari f1-2000 kullanıyormuşsun hissi verir, bağrı açık gömlek daha bir coşkuyla dalgalanır rüzgarda. sessizlik içinde sipariş yetiştiren kebapçı çırakları, damacana taşıyan sucu abiler beni hüzünlendiriyor.
türkiyede bu kadar tutmasına akıl erdiremiyorum. türk genci en yenisi yirmi yıllık motosikletten şaşmazmış gibime geliyordu çünkü. beşyüz metre öteden motor sesini duyup da kaçışan yayaların vereceği hazdan vazgeçmeleri demek, devrimin sokaklardan başlamasının bir işareti olabilir. o patpatpatpatpaaaat diye bağıran pancar motorun huzur siken sesiyle sokaklarda fink atan gencolar, bu aletlere nasıl dadandı anlamıyorum. o gürültü sana motor değil de ferrari f1-2000 kullanıyormuşsun hissi verir, bağrı açık gömlek daha bir coşkuyla dalgalanır rüzgarda. sessizlik içinde sipariş yetiştiren kebapçı çırakları, damacana taşıyan sucu abiler beni hüzünlendiriyor.
anne klişeleri
kapıya yaklaştığınız anda;
-nereye gidiyorsun?
işte o anda ergen isyanı devreye girer.
-evden dışarı çıkıyorum anne, evden dışarı çıktıktan sonra nereye gittiğim bilgisi senin hiçbir işine yaramayacak, netice itibari ile senden uzakta olacağım. yalan da söyleyebilirim a ya gidiyorum diyebilir sonra b ye gidiyor olabilirim, bana güvenemezsin. eğer gerçekten nereye gittiğimi öğrenmek istiyorsan bunu yüzde yüz kesin olarak beni takip ederek bulabilirsin, tabi ben bunu fark etmezsem ve seni şaşırtmazsam. bu arada nereye gittiğim bilgisinin senin için gerekli olduğunu da bana ispatlamadan bu soruyu sorarsan cevap alamayacağını bilmen gerekiyor...
ergenlik dönemi bittikten sonra ise "astral aleme gidiyorum", "bar fedaisi oldum mesaiye gidiyorum", "evi terk ediyorum, elveda", "dağa çıkıyorum eşkıya olacağım" şekillerinde cevaplamaya başladım bu soruyu, artık tek tük soruyor.
-nereye gidiyorsun?
işte o anda ergen isyanı devreye girer.
-evden dışarı çıkıyorum anne, evden dışarı çıktıktan sonra nereye gittiğim bilgisi senin hiçbir işine yaramayacak, netice itibari ile senden uzakta olacağım. yalan da söyleyebilirim a ya gidiyorum diyebilir sonra b ye gidiyor olabilirim, bana güvenemezsin. eğer gerçekten nereye gittiğimi öğrenmek istiyorsan bunu yüzde yüz kesin olarak beni takip ederek bulabilirsin, tabi ben bunu fark etmezsem ve seni şaşırtmazsam. bu arada nereye gittiğim bilgisinin senin için gerekli olduğunu da bana ispatlamadan bu soruyu sorarsan cevap alamayacağını bilmen gerekiyor...
ergenlik dönemi bittikten sonra ise "astral aleme gidiyorum", "bar fedaisi oldum mesaiye gidiyorum", "evi terk ediyorum, elveda", "dağa çıkıyorum eşkıya olacağım" şekillerinde cevaplamaya başladım bu soruyu, artık tek tük soruyor.
vantilatör
mucidinin önünde secde edeceğim dünyanın sekizinci harikası. üflüyor, sürekli üflüyor, yedi yirmidört üflüyor, rüzgar olup tenimi okşuyor. uyuyabilmemi sağlıyor, elektrik falan kesilse ya da birisi vantilatörümü götürse 10 dakikaya kabus görmeye başlıyorum.
eskiden kralların köleleri olurmuş ya hani, tahtın yanında durup sürekli olarak ellerindeki devekuşu tüylerinden yapılmış devasa yelpazeleri sallayarak hükümdarı serinletirlermiş. işte bu vantilatörler modern insana aynen bu şekil kölelik ediyor.
vantilatörümü çok seviyorum, herkes bunu bilsin herkes bunu duysun, köpeğiyim vantilatörümün, kölemin kölesiyim adeta. bir yirmi yıl daha bozulmadan çalışmanı umuyorum canımın içi, şu anda yandan yandan o mis kokan nefesini yüzümü üflüyorsun ve ben senin varlığını hissetmenin huzuruyla burada bunları yazabiliyorum. alternatifsizsin bebeğim, her yerlerini öpüyorum.
eskiden kralların köleleri olurmuş ya hani, tahtın yanında durup sürekli olarak ellerindeki devekuşu tüylerinden yapılmış devasa yelpazeleri sallayarak hükümdarı serinletirlermiş. işte bu vantilatörler modern insana aynen bu şekil kölelik ediyor.
vantilatörümü çok seviyorum, herkes bunu bilsin herkes bunu duysun, köpeğiyim vantilatörümün, kölemin kölesiyim adeta. bir yirmi yıl daha bozulmadan çalışmanı umuyorum canımın içi, şu anda yandan yandan o mis kokan nefesini yüzümü üflüyorsun ve ben senin varlığını hissetmenin huzuruyla burada bunları yazabiliyorum. alternatifsizsin bebeğim, her yerlerini öpüyorum.
ego tatmini
şöyle bir örnek vereyim- bir sözlük yazarıyla mesajlaşmamız;
obezkirpi -> yazar: (#99999999) şundan şundan dolayı hatalı, silseniz iyi olur, entry birazdan ispiyonlanır muhtemelen
yazar -> obezkirpi: hay allah razı olsun ya, gene çaylak olacaktım az daha aq, çok yardımseversiniz teşekkür ederim
obezkirpi -> yazar: yardımsever değilim aslında, sayenizde egomu tatmin ediyorum
yazar -> obezkirpi: nasıl yani :s
obezkirpi -> yazar: yani ben sizden daha dikkatliyim, kuralları sizden daha iyi biliyorum ve sizi uyararak egomu tatmin ediyorum, bunu kendime ispatlamış oluyorum bir bakıma, yoksa çaylak olmanız falan pek umurumda değil, iyi geceler dilerim
yazar -> obezkirpi: hmm neyse yine de teşekkürler, iyi geceler
obezkirpi -> yazar: (#99999999) şundan şundan dolayı hatalı, silseniz iyi olur, entry birazdan ispiyonlanır muhtemelen
yazar -> obezkirpi: hay allah razı olsun ya, gene çaylak olacaktım az daha aq, çok yardımseversiniz teşekkür ederim
obezkirpi -> yazar: yardımsever değilim aslında, sayenizde egomu tatmin ediyorum
yazar -> obezkirpi: nasıl yani :s
obezkirpi -> yazar: yani ben sizden daha dikkatliyim, kuralları sizden daha iyi biliyorum ve sizi uyararak egomu tatmin ediyorum, bunu kendime ispatlamış oluyorum bir bakıma, yoksa çaylak olmanız falan pek umurumda değil, iyi geceler dilerim
yazar -> obezkirpi: hmm neyse yine de teşekkürler, iyi geceler
aşkın anlamını yitirmesi
dünyada, etrafımdaki birey sayısı kadar aşk tarifi vardı. tabi, bir insan olarak algılayabildiğim bu kadardı, etrafımda değil de uzakta yaşayan her bir insanın da kendince aşk tanımı mevcuttu. her insanın aşkta aradığı şeyler tamamen farklı gözükmese de tamamen aynı da değildi. sadakat, güven, tutku, şehvet, şımarıklık, gülerek vakit geçirme, kavuşamama, uzaktan sevme, romantizm vesaire pek çok şeyden her insanın farklı ölçülerde istediği formülleri vardı.
türk insanının internetle imtihanı döneminde yaşanan forward mail çılgınlığı esnasında bir mail dolaşırdı; "...onsuz yapamayacağını düşünüyorsanız... bu aşk değil muhtaçlıktır. hatalarını affediyorsanız... bu aşk değil dostluktur... o mutsuzken sizin de kalbiniz acıyorsa, bu aşktır..." diye tanımlar içeren bir mail yüzünden çok acayip bir nesil bugün sokaklarda geziniyor. "ben sana bu kadar değer veriyorken sen arkadaşlarınla maç izliyorsan...bu aşk değil fanatizmdir", "ben tatildeyken şuleyle sinemaya gittiysen... bu aşk değil... değildir.. ühü ühühü.." diye pek çok insan aşk tanımları yapmaya çalışıyor. bu mailler, msn iletileri, facebook iletileri, ekşi sözlükte "aşk" başlığındaki entryler ve benzeri yerlerde kullanılan her üç noktadan iki tanesi israf oluyor. tüketim toplumu tabi ki bunu umursamayarak bol bol nokta harcıyor, "aşk kaybedeceğini bile bile ateşlere atlamaktır..." cümlesi bu sebeple çok sayıda insanı güldürüyor fakat düşündürmüyor.
toplum dinamikleri ile beraber aşk kavramı da değişim içerisinde. günümüzde "aşk anlamını yitirdi amına koyım, millet bugün bir kızla ertesi gün öbür kızla çıkıyor" diyen insanlar muhtemelen bundan elli sene evvel yoktu. değişimden hoşlanmayan insanlar, anlam yükledikleri şeylerin farklılaşmasından elbette hoşlanmazlar. bu sebeple "aah ah nerede o eski ramazanlar", "hayatında türk sanat müziği dinlememiş insanlar var muhterem", "biz mezun olduktan sonra lise çok bozulmuş hacı" cümlelerini her gün duymaktayız.
aşk da içi boşaltılan kavramlardan biri. elbette ben ve benim gibi düşünen insanlar için. ben sağda solda "aşkitom, akşam bişiler yıpılım mı cınım" diyen insanları fark ettikçe bu düşüncem daha da keskinleşiyor. "kız kısmısını fazla başıboş bırakmayacaksın, birazdan arıyorum, gece 10dan önce annesinin dizinin dibinde olmazsa yarın ağzına sıçarım onun" diyen arkadaşımın bu cümlesinde de aşkın tarafımca anlamını bulamıyorum. ama sorsan ona deliler gibi aşıktır, dediğim gibi kullandığımız ölçüler çok farklı. "manitadan ayrıldım akşam rus çağıralım bilader" diyen adam hala kendince o kıza aşık olabilir, "dün sınıfta göz göze geldik, gülümsedi bana" diyen insan da kendince aşık olabilir. ha, kafamızda canlandırdığımız aşık adam imajina belki bir tanesi uymaz, bir tanesi daha şiirsel gelir, bir tanesine hak veririz ya da bir tanesine "olm ruh hastası mısın sen" deriz. bütün bunlar yüklenen kişisel anlamlar kaynaklıdır.
aşkın anlamını yitirmesine gelelim. düşünün ki biz hayatta tek bir aşk yaşanabileceğine inanan biriyiz, yetiştirildiğimiz dünya bize hep bunu göstermiş, ebevenylerimiz hatta tüm hısım akraba aşk evliliği yapıp sonsuz mutluluğu bulmuşlar. biz de okuduğumuz kitaplardan bu tür aşk hikayelerini cımbızla çekmişiz, hayatının aşkını bulan kahramanların olduğu filmlere tapmışız vesaire. biz bu tür bir anlam yükledikten sonra, kahvedeki vatandaşın "tek çiçekle bahar geçer mi oğlum", "ayşeye aşığım ama fatmaya da aşığım", "sevgilime çok aşıktım ama o gece bardaki o kıza çaktım", "yarın konuşacağım haleyle, o olmazsa jaleye yazmaya başlayacağım", "abi biz beşinci sefer ayrıldık damlayla" , "ben lise boyunca yirmi üç kızla çıktım" (örnek cümlelerin sonu gelmeyecek) demesi ile huysuzlanıyoruz ve repliğimizi sarf ediyoruz: "aşk anlamını yitirmiş artık". aşkın anlamıyla bizim kadar kafa yormayan arkadaşlarımız bize siktiri çekiyor, biz onlara kafamızda canlandırdığımız, bizce olması gereken aşk anlamını onlara aşılayamadığımız, aşılayamayacağımız için de aşkın anlamına daha da sarılıyoruz, bizim gibi düşünmeyen herkesi yanlış olarak kabul ediyoruz.
bundan sonra, "aşk anlamını yitirmiş" diye diye mecnun olup çöllere düşüyoruz. tıpkı yazının başındaki mail gibi "senin esraya duyduğun hisler aşk değildir...hoşlanmadır", "senin ceydaya duyduğun hisler aşk değildir...sadece sikmek istiyorsun" gibi yargılarda bulunuyoruz. kafamızdaki tanıma göre her ilişkimizde anlam arıyoruz, "aşk acı çekmektir", "aşk hep onu istemektir", "aşk bile bile tutsaklıktır" diye siktiriboktan sakız kağtları gibi çevremize ilim irfan saçıyoruz. mesela bir brezilya dizisi izleyip jose fernandezin cecillia ile yaşadıkları aşkı kendisine emsal olarak alan bir kız, her ilişkisinde oradaki gibi fırtınalı, tutkulu, bulup bulup kaybetmeli vs bir aşk arıyor, diğer ilişkiler için "aşkın anlamı bu değilll" diyebiliyor.
yahut, eskiden yaşadığı bir ilişkide saplanıp kalan insanlar, diğer ilişkilerinde de o anlamı aramaya çalışabiliyor. lisede bir kızı çok sevip de diğer ilişkilerinde de o kadar sevemeyeceğini hatta o kadar sevmeye layık bir insan bulamayacağını düşünebiliyor. pek çok insan için, ilk öpüştüğü insan, ilk kez elini tuttuğu insan vesaireden sonra aşk anlamını yitirmektedir, çünkü bir daha kimseyi o kadar çok, o kadar saf, o kadar bilinçsizce sevemeyeceğini düşünüp "biz büyüdük ve kirlendi dünya..." kişisel iletisini yazıp köşesine çekilebiliyor.
vesselam,
aşkın anlamını yitirmesi dediğimiz şey;
hem genel aşk kavramının, kişinin olması gerektiği gibi olmadığını düşünmesidir; ör: sevdiği kızla, ailesini çevresini karşısına alıp dünyaya meydan okuyup da kaçıp yuva kuran bir adamın, başlayıp başlayıp biten ilişkilere bakıp da "aşk anlamını yitirmiş artık" demesi,
hem kişi tarafından aşka yüklenen anlama müsait bir ortamın olmaması, düzenin değişmesidir. ör: ilk sevgilisini unutamayan bir insanın, diğer ilişkilerinde daha evvelden hissettiği tutkuyu, heyecanı hissedemeyip de "benim için aşk anlamını yitirdi" demesidir.
türk insanının internetle imtihanı döneminde yaşanan forward mail çılgınlığı esnasında bir mail dolaşırdı; "...onsuz yapamayacağını düşünüyorsanız... bu aşk değil muhtaçlıktır. hatalarını affediyorsanız... bu aşk değil dostluktur... o mutsuzken sizin de kalbiniz acıyorsa, bu aşktır..." diye tanımlar içeren bir mail yüzünden çok acayip bir nesil bugün sokaklarda geziniyor. "ben sana bu kadar değer veriyorken sen arkadaşlarınla maç izliyorsan...bu aşk değil fanatizmdir", "ben tatildeyken şuleyle sinemaya gittiysen... bu aşk değil... değildir.. ühü ühühü.." diye pek çok insan aşk tanımları yapmaya çalışıyor. bu mailler, msn iletileri, facebook iletileri, ekşi sözlükte "aşk" başlığındaki entryler ve benzeri yerlerde kullanılan her üç noktadan iki tanesi israf oluyor. tüketim toplumu tabi ki bunu umursamayarak bol bol nokta harcıyor, "aşk kaybedeceğini bile bile ateşlere atlamaktır..." cümlesi bu sebeple çok sayıda insanı güldürüyor fakat düşündürmüyor.
toplum dinamikleri ile beraber aşk kavramı da değişim içerisinde. günümüzde "aşk anlamını yitirdi amına koyım, millet bugün bir kızla ertesi gün öbür kızla çıkıyor" diyen insanlar muhtemelen bundan elli sene evvel yoktu. değişimden hoşlanmayan insanlar, anlam yükledikleri şeylerin farklılaşmasından elbette hoşlanmazlar. bu sebeple "aah ah nerede o eski ramazanlar", "hayatında türk sanat müziği dinlememiş insanlar var muhterem", "biz mezun olduktan sonra lise çok bozulmuş hacı" cümlelerini her gün duymaktayız.
aşk da içi boşaltılan kavramlardan biri. elbette ben ve benim gibi düşünen insanlar için. ben sağda solda "aşkitom, akşam bişiler yıpılım mı cınım" diyen insanları fark ettikçe bu düşüncem daha da keskinleşiyor. "kız kısmısını fazla başıboş bırakmayacaksın, birazdan arıyorum, gece 10dan önce annesinin dizinin dibinde olmazsa yarın ağzına sıçarım onun" diyen arkadaşımın bu cümlesinde de aşkın tarafımca anlamını bulamıyorum. ama sorsan ona deliler gibi aşıktır, dediğim gibi kullandığımız ölçüler çok farklı. "manitadan ayrıldım akşam rus çağıralım bilader" diyen adam hala kendince o kıza aşık olabilir, "dün sınıfta göz göze geldik, gülümsedi bana" diyen insan da kendince aşık olabilir. ha, kafamızda canlandırdığımız aşık adam imajina belki bir tanesi uymaz, bir tanesi daha şiirsel gelir, bir tanesine hak veririz ya da bir tanesine "olm ruh hastası mısın sen" deriz. bütün bunlar yüklenen kişisel anlamlar kaynaklıdır.
aşkın anlamını yitirmesine gelelim. düşünün ki biz hayatta tek bir aşk yaşanabileceğine inanan biriyiz, yetiştirildiğimiz dünya bize hep bunu göstermiş, ebevenylerimiz hatta tüm hısım akraba aşk evliliği yapıp sonsuz mutluluğu bulmuşlar. biz de okuduğumuz kitaplardan bu tür aşk hikayelerini cımbızla çekmişiz, hayatının aşkını bulan kahramanların olduğu filmlere tapmışız vesaire. biz bu tür bir anlam yükledikten sonra, kahvedeki vatandaşın "tek çiçekle bahar geçer mi oğlum", "ayşeye aşığım ama fatmaya da aşığım", "sevgilime çok aşıktım ama o gece bardaki o kıza çaktım", "yarın konuşacağım haleyle, o olmazsa jaleye yazmaya başlayacağım", "abi biz beşinci sefer ayrıldık damlayla" , "ben lise boyunca yirmi üç kızla çıktım" (örnek cümlelerin sonu gelmeyecek) demesi ile huysuzlanıyoruz ve repliğimizi sarf ediyoruz: "aşk anlamını yitirmiş artık". aşkın anlamıyla bizim kadar kafa yormayan arkadaşlarımız bize siktiri çekiyor, biz onlara kafamızda canlandırdığımız, bizce olması gereken aşk anlamını onlara aşılayamadığımız, aşılayamayacağımız için de aşkın anlamına daha da sarılıyoruz, bizim gibi düşünmeyen herkesi yanlış olarak kabul ediyoruz.
bundan sonra, "aşk anlamını yitirmiş" diye diye mecnun olup çöllere düşüyoruz. tıpkı yazının başındaki mail gibi "senin esraya duyduğun hisler aşk değildir...hoşlanmadır", "senin ceydaya duyduğun hisler aşk değildir...sadece sikmek istiyorsun" gibi yargılarda bulunuyoruz. kafamızdaki tanıma göre her ilişkimizde anlam arıyoruz, "aşk acı çekmektir", "aşk hep onu istemektir", "aşk bile bile tutsaklıktır" diye siktiriboktan sakız kağtları gibi çevremize ilim irfan saçıyoruz. mesela bir brezilya dizisi izleyip jose fernandezin cecillia ile yaşadıkları aşkı kendisine emsal olarak alan bir kız, her ilişkisinde oradaki gibi fırtınalı, tutkulu, bulup bulup kaybetmeli vs bir aşk arıyor, diğer ilişkiler için "aşkın anlamı bu değilll" diyebiliyor.
yahut, eskiden yaşadığı bir ilişkide saplanıp kalan insanlar, diğer ilişkilerinde de o anlamı aramaya çalışabiliyor. lisede bir kızı çok sevip de diğer ilişkilerinde de o kadar sevemeyeceğini hatta o kadar sevmeye layık bir insan bulamayacağını düşünebiliyor. pek çok insan için, ilk öpüştüğü insan, ilk kez elini tuttuğu insan vesaireden sonra aşk anlamını yitirmektedir, çünkü bir daha kimseyi o kadar çok, o kadar saf, o kadar bilinçsizce sevemeyeceğini düşünüp "biz büyüdük ve kirlendi dünya..." kişisel iletisini yazıp köşesine çekilebiliyor.
vesselam,
aşkın anlamını yitirmesi dediğimiz şey;
hem genel aşk kavramının, kişinin olması gerektiği gibi olmadığını düşünmesidir; ör: sevdiği kızla, ailesini çevresini karşısına alıp dünyaya meydan okuyup da kaçıp yuva kuran bir adamın, başlayıp başlayıp biten ilişkilere bakıp da "aşk anlamını yitirmiş artık" demesi,
hem kişi tarafından aşka yüklenen anlama müsait bir ortamın olmaması, düzenin değişmesidir. ör: ilk sevgilisini unutamayan bir insanın, diğer ilişkilerinde daha evvelden hissettiği tutkuyu, heyecanı hissedemeyip de "benim için aşk anlamını yitirdi" demesidir.
sabaha karşı yağan yaz yağmuru
gün boyunca güneşin yaktığı her yer gece küle dönüşmüştü. doğu yönünde güneşin kızıllıklarının uyanmasına dakikalar kala, iyice serinlemiş hava bir yaz yağmurunu haber veriyordu. nitekim, doğmak üzere olan günü selamlamak için göğe baktığımda, utangaç bir yağmur damlası burnumun ucuna konuvermişti bile. doğa olaylarına tapan eski insanlar gibi yağmura her daim bir saygım olmuştu, şimdi cehennem sıcaklarını yaşadığımız bu günlerde yağacak bir yağmur adeta dondurucu soğuğa direnen nazlı kardelenler ya da en karanlık gecede parlayan bir yıldız gibi umudun simgesiydi benim için. yağmurun üzerimize yağması, ruhu dinlendiren bir şeydi, belki üzerindeki tüm yorgunlukları, kirlenen dünyanın kirlenmiş bir bireyini yıkaması gibiydi. nasıl ki ateşe bakan insanlar alevin tonlarının her raksedişinde sıkıntılı dünyalarında biraz rahatlarlarsa, gökten düşen her damla yüreklerdeki acıların üzerine yağıp onları toprağa akıtırdı.
ellerimi açıp her bir damlayı tutmaya çalıştım. yeşillikler, bu ürperten ama dingin dokunuşlarla canlı canlı parlamaya başladı. üzerimizden akan, hayatın getirdiği kirleri şu anda göremememiz, gecenin bir lütfuydu. gün doğumunda gözler görür olduğu vakit, yeniden doğmuş gibi temiz ve taze olduğumuzu görecektik. halen karanlıktı ve ayın ışığını taşıyormuşçasına, bulutların gözyaşları ışıl ışıl üzerime yağıyordu. gülümseten bir şeydi, birazdan bitiverecek, yerini güneşin acımasızlığına terk edecekti...
nazlı yarim bana "gel" diye haber salmışçasına hislenmiştim. sıradan bir doğa olayına bu kadar anlam yükleyecek kadar ruh hastası olamazdım. karnımdan yükselen gurultuları bastırmak için sokağa çıkıp poğaça almaya fırına gittiğimde yağmur durmuştu bile. bir çöpçü "ne pis sokak bu mına koyım" diye söylenerek yerleri süpürüyordu. yağmuru sikine taktığı yoktu. böyle olmak lazımdı aslında, yeni doğan bir günü, bir yaz yağmurunu, gökkuşağını, simit peşindeki martıları, gülümseyen bir ihtiyarı ve binlerce sıradan zamazingoyu anlama boğmak o kadar saçmaydı ki. yağmur kirlenmiş ruhumu yıkayacakmış, hahahassiktir. kendime geldiğime mutlu olmuştum.
eve gelip öküz gibi poğaçaları yedim. sabaha karşı yağan bu yaz yağmurunun tek faydası olmuştu, bu sıcakta yirmi dakikalığına nefes aldırmıştı, hava ne sıcaktı mına koyım, insan durduğu yerde terliyordu. doymuş karnımı ovuşturarak yatağıma girdim. dışarıda yepyeni bir gün başlıyordu ve pek çok insan güneşin doğumunu izlemek yerine uyumayı tercih ediyordu. yemek yemek, uyumak ya da benzeri insani ihtiyaçların yanında gün doğumunun, yaz yağmurunun, otun bokun lafı mı olurdu. yiyip, içip, yan gelip yatmaktan öte sanatsallık yoktu, anlam yüklemeye uğraşan gözü yaşlı romantikler, kafayı yastığa gömüp şöyle şiir gibi bir uyku çekseler, onlar da kendilerine geleceklerdi.
ellerimi açıp her bir damlayı tutmaya çalıştım. yeşillikler, bu ürperten ama dingin dokunuşlarla canlı canlı parlamaya başladı. üzerimizden akan, hayatın getirdiği kirleri şu anda göremememiz, gecenin bir lütfuydu. gün doğumunda gözler görür olduğu vakit, yeniden doğmuş gibi temiz ve taze olduğumuzu görecektik. halen karanlıktı ve ayın ışığını taşıyormuşçasına, bulutların gözyaşları ışıl ışıl üzerime yağıyordu. gülümseten bir şeydi, birazdan bitiverecek, yerini güneşin acımasızlığına terk edecekti...
nazlı yarim bana "gel" diye haber salmışçasına hislenmiştim. sıradan bir doğa olayına bu kadar anlam yükleyecek kadar ruh hastası olamazdım. karnımdan yükselen gurultuları bastırmak için sokağa çıkıp poğaça almaya fırına gittiğimde yağmur durmuştu bile. bir çöpçü "ne pis sokak bu mına koyım" diye söylenerek yerleri süpürüyordu. yağmuru sikine taktığı yoktu. böyle olmak lazımdı aslında, yeni doğan bir günü, bir yaz yağmurunu, gökkuşağını, simit peşindeki martıları, gülümseyen bir ihtiyarı ve binlerce sıradan zamazingoyu anlama boğmak o kadar saçmaydı ki. yağmur kirlenmiş ruhumu yıkayacakmış, hahahassiktir. kendime geldiğime mutlu olmuştum.
eve gelip öküz gibi poğaçaları yedim. sabaha karşı yağan bu yaz yağmurunun tek faydası olmuştu, bu sıcakta yirmi dakikalığına nefes aldırmıştı, hava ne sıcaktı mına koyım, insan durduğu yerde terliyordu. doymuş karnımı ovuşturarak yatağıma girdim. dışarıda yepyeni bir gün başlıyordu ve pek çok insan güneşin doğumunu izlemek yerine uyumayı tercih ediyordu. yemek yemek, uyumak ya da benzeri insani ihtiyaçların yanında gün doğumunun, yaz yağmurunun, otun bokun lafı mı olurdu. yiyip, içip, yan gelip yatmaktan öte sanatsallık yoktu, anlam yüklemeye uğraşan gözü yaşlı romantikler, kafayı yastığa gömüp şöyle şiir gibi bir uyku çekseler, onlar da kendilerine geleceklerdi.
sigaraya gösterilen tepkinin alkole gösterilmemesi
sigara, alkol ve uyuşturucuyu önce kabaca kıyaslayalım.
alkol-az zararlı (ya siroz, alkollüyken araba kullanırsan "ki bu yasak" trafik kazası ölümleri vs)
sigara-orta zararlı (bilmemkaç sene sonunda kanser ediyor, kalp damar hastalıkları vs)
uyuşturucu-çok zararlı (amı götü dağıtıyorsun, açıklamaya gerek görmüyorum)
devlet bunlara nasıl müdahale ediyor;
-bireyi koruma adına uyuşturucuyu yasaklıyor
-bireye fazla zararı olmadığını düşündüğünden alkol ve sigara kullanımını kısıtlıyor(kullanmayan bireylerin refahı için)
uyuşturucunun sigara ve alkolden epey farklı olduğunu görüyoruz. şimdi alkol ve sigaradaki kısıtlama ve kısıtlama nedenlerine bakalım.
alkol kullanımınında kısıtlama ve nedenleri: sokakta falan içemiyorsun. ancak bir yerde sıçana kadar içip tekrar kendini sokağa atmak serbest. demek ki bu kısıtlamanın konmasındaki sebep, vatandaşın alkollüyken kendine ya da çevresine verdiği bir zarar değil, sadece, alkol kullanmayan insanların, alkol kullanan insanlardan korkması, alenen kullanımını gördüklerinde başlayabilirler korkusuyla adeta bir sansürleme. alkol almakta olan vatandaşları, sadece aynı mekanda alkol alan diğer vatandaşların görebilmesi, diğerlerinin görememesi durumu.
sigara kullanımında kısıtlama ve nedenleri: kapalı mekanlarda içemiyorsun. dışarıda içiyorsun, dumanı uçup gidiyor ama kapalı mekanda herkes dumandan etkileniyor, yani zararı sadece bireye olmadığından diğerlerini etkileme ihtimali olan alanlarda kullanımı yasak. kısıtlamanın sebebi sağlığa zararlı oluşu oluyor.
şimdi bunlara gösterilen tepkileri inceleyelim:
uyuşturucu: toplumun kesinlikle reddetmesi istenen bir şey
sigara: zararlı olduğundan reklamı dahi yasak. ve kullanmayan insanların bundan rahatsız olma katsayısı çok yüksek. dediğimiz gibi leş gibi kokuyor, çevredeki insanlara zarar veriyor. ve tüketimi bu sebeple kısıtlandı, bu kısıtlamanın çok olumlu tepkiler alması(kullanmayanlar tarafından tabi) bunun kullanmayanlarca hiç sevilmediğini gösteriyor. sigaraya tepki gösterirken kullanılan argümanlar: sağlığına zararlı, bağımlılık yapıyor-paran gidiyor, herkesi etkiliyor.
alkol: vücuda zararı, ancak düzenli olarak her gün aşırı miktarda içenlerin yıllar sonra siroz olmasından öteye pek gitmiyor. sigara gibi her gün tüketme isteği uyandıracak kadar bağımlılık yaratacak bir şey değil. cebinde içki matarası olmadan ya da her gün ucuz şarabını içmeden yaşayamayanlar alkoliktir, alkol tüketen insanların çok küçük bir dilimidir. her gün bir kilo kuzu eti yerseniz sirozdan değil de kalp krizinden, bir kavanoz nutella yerseniz şeker hastalığından ölürsünüz zaten, kullanım bilinciyle alakalı bir şeydir bu. bu sebeple alkolün fazlasının zarar olduğunu bilen tüketici ve topluma bir zararı olmayacağını düşünen kitlenin alkole bir tepki göstermesi saçma olacaktır.
alkole tepki gösterilirken kullanılan argümanlara trafik kazası ya da alkollüyken işlenen cinayetler vs. örnek verebiliriz. trafik kazası alkolün bilinçsizce, trafiğe çıkmadan kullanımı ile alakalı olup bu zaten suçtur. alkol düşünceleri etkilediğinden cinayet, tecavüz gibi işlenen suçlarda tetikleyici olabilmektedir. ancak, alkolsüzken işlenen suçların da çok sayıda olması ya da bir suçu işleyen alkollü insanın zaten o suçu işlemeye meyilli olması(alkol almasa dahi cinayet işleyebilecek insanlar yani) bu argümanları göz ardı etmemize, alkolü ana suçlu olarak görmememize yetmektedir. siroza tekrar değinmeyeceğim.
alkol almayan kesimin en temel gerekçesi, toplumumuzda yaygın olan müslümanlığın alkolü haram kılmasıdır. bunun günah olduğunu, alkol alanların da günahkar olduğunu düşünürler. her kesim gibi, kendi gibi olmayanı yadırgama durumu bunda da söz konusu olup, alkol alanlara da hoş gözle bakmazlar. ayrıca sarhoşluk durumunda bu insanların onlara zarar verebileceğinden korkarlar. yine de toplumun önemli bir kesimi ağzıyla içtiğinden ya da polisin/barlardaki güvenlik görevlilerinin vesairenin sayesinde bu olaylar sıkça yaşanmamaktadır. eğer ki, alkol tüketenler baliciler tinerciler gibi yoğun olarak kapkaç, hırsızlık, gasp gibi suçlara yönelseydi, "alkol üretimi/tüketimi yasaklansın" diye tepki olabilirdi ama böyle bir şey de söz konusu değildir. alkole duyulabilecek tepki, "biz içmiyoruz onlar da içmesinler" mantığıdır.
alkol yasaklanırsa şeriat gelir diye bir argüman var mı: evet, kullananlar var. şeriat, bugünkü toplumun özgürlük seviyesini epey aşağılara çekecek bir rejim olmakta, pek çok insan da haklı olarak böyle bir şeyi istememektedir. bireysel özgürlüklerini korumak adına sigaraya tepki vermektedirler, çünkü sigara içen bireyler onlara zarar vermektedir. onlara zarar vermediği müddetçe diğer bireylerin sigara kullanımına karşı çıkmamaktadırlar. ancak, şeri hükümlerin olmazsa olmazı olan alkol tüketiminin suç kabul edilmesi, birey hakkı barındırmamaktadır. bu kanunlarla yönetilen ülkelerde alkolün yasak olması, bu insanlarca o ülkelere benzeme, bireysel hakları yitirme korkularını beraberinde getirmektedir. türbanın dini bir simge olması gibi, alkol tüketimini de birey özgürlüğünün simgesi olarak görebilmektedirler.
şeriat getirilmeyecekse alkol kullanımını yasaklamanın bir mantığı da yoktur, çünkü bu uyuşturucu, sigara, cinayet, tecavüz vb insanlara zarar veren bir şey değildir. bu sebeple insanların alkole tepki göstermesinin beklenmesi de saçma olacaktır.
şeriat ile alakası olmayan ülkelerde alkolün yasaklanması birey haklarına müdahale demektir, bu yerlerde "şeriat gelecek" diye bir düşünce yoktur ama toplum alkol tüketmek istediği müddetçe bunu hakkı olarak görmektedir. toplumların yapısı da buna göre şekillenmiştir elbet. türkiyede alkol kullanımına duyulan tepki, alkolün haram görülmediği toplumlar kıyaslanamayacak kadar fazladır bile.
alkole duyulan tepkinin bu etmenler haricinde bir dayanağı(sağlık, suç eğilimi vs) mevcut değildir. bu sebeple sigaraya duyulan tepki gibi alkole de tepki duyulmasını istemek saçmalıktır.
alkol-az zararlı (ya siroz, alkollüyken araba kullanırsan "ki bu yasak" trafik kazası ölümleri vs)
sigara-orta zararlı (bilmemkaç sene sonunda kanser ediyor, kalp damar hastalıkları vs)
uyuşturucu-çok zararlı (amı götü dağıtıyorsun, açıklamaya gerek görmüyorum)
devlet bunlara nasıl müdahale ediyor;
-bireyi koruma adına uyuşturucuyu yasaklıyor
-bireye fazla zararı olmadığını düşündüğünden alkol ve sigara kullanımını kısıtlıyor(kullanmayan bireylerin refahı için)
uyuşturucunun sigara ve alkolden epey farklı olduğunu görüyoruz. şimdi alkol ve sigaradaki kısıtlama ve kısıtlama nedenlerine bakalım.
alkol kullanımınında kısıtlama ve nedenleri: sokakta falan içemiyorsun. ancak bir yerde sıçana kadar içip tekrar kendini sokağa atmak serbest. demek ki bu kısıtlamanın konmasındaki sebep, vatandaşın alkollüyken kendine ya da çevresine verdiği bir zarar değil, sadece, alkol kullanmayan insanların, alkol kullanan insanlardan korkması, alenen kullanımını gördüklerinde başlayabilirler korkusuyla adeta bir sansürleme. alkol almakta olan vatandaşları, sadece aynı mekanda alkol alan diğer vatandaşların görebilmesi, diğerlerinin görememesi durumu.
sigara kullanımında kısıtlama ve nedenleri: kapalı mekanlarda içemiyorsun. dışarıda içiyorsun, dumanı uçup gidiyor ama kapalı mekanda herkes dumandan etkileniyor, yani zararı sadece bireye olmadığından diğerlerini etkileme ihtimali olan alanlarda kullanımı yasak. kısıtlamanın sebebi sağlığa zararlı oluşu oluyor.
şimdi bunlara gösterilen tepkileri inceleyelim:
uyuşturucu: toplumun kesinlikle reddetmesi istenen bir şey
sigara: zararlı olduğundan reklamı dahi yasak. ve kullanmayan insanların bundan rahatsız olma katsayısı çok yüksek. dediğimiz gibi leş gibi kokuyor, çevredeki insanlara zarar veriyor. ve tüketimi bu sebeple kısıtlandı, bu kısıtlamanın çok olumlu tepkiler alması(kullanmayanlar tarafından tabi) bunun kullanmayanlarca hiç sevilmediğini gösteriyor. sigaraya tepki gösterirken kullanılan argümanlar: sağlığına zararlı, bağımlılık yapıyor-paran gidiyor, herkesi etkiliyor.
alkol: vücuda zararı, ancak düzenli olarak her gün aşırı miktarda içenlerin yıllar sonra siroz olmasından öteye pek gitmiyor. sigara gibi her gün tüketme isteği uyandıracak kadar bağımlılık yaratacak bir şey değil. cebinde içki matarası olmadan ya da her gün ucuz şarabını içmeden yaşayamayanlar alkoliktir, alkol tüketen insanların çok küçük bir dilimidir. her gün bir kilo kuzu eti yerseniz sirozdan değil de kalp krizinden, bir kavanoz nutella yerseniz şeker hastalığından ölürsünüz zaten, kullanım bilinciyle alakalı bir şeydir bu. bu sebeple alkolün fazlasının zarar olduğunu bilen tüketici ve topluma bir zararı olmayacağını düşünen kitlenin alkole bir tepki göstermesi saçma olacaktır.
alkole tepki gösterilirken kullanılan argümanlara trafik kazası ya da alkollüyken işlenen cinayetler vs. örnek verebiliriz. trafik kazası alkolün bilinçsizce, trafiğe çıkmadan kullanımı ile alakalı olup bu zaten suçtur. alkol düşünceleri etkilediğinden cinayet, tecavüz gibi işlenen suçlarda tetikleyici olabilmektedir. ancak, alkolsüzken işlenen suçların da çok sayıda olması ya da bir suçu işleyen alkollü insanın zaten o suçu işlemeye meyilli olması(alkol almasa dahi cinayet işleyebilecek insanlar yani) bu argümanları göz ardı etmemize, alkolü ana suçlu olarak görmememize yetmektedir. siroza tekrar değinmeyeceğim.
alkol almayan kesimin en temel gerekçesi, toplumumuzda yaygın olan müslümanlığın alkolü haram kılmasıdır. bunun günah olduğunu, alkol alanların da günahkar olduğunu düşünürler. her kesim gibi, kendi gibi olmayanı yadırgama durumu bunda da söz konusu olup, alkol alanlara da hoş gözle bakmazlar. ayrıca sarhoşluk durumunda bu insanların onlara zarar verebileceğinden korkarlar. yine de toplumun önemli bir kesimi ağzıyla içtiğinden ya da polisin/barlardaki güvenlik görevlilerinin vesairenin sayesinde bu olaylar sıkça yaşanmamaktadır. eğer ki, alkol tüketenler baliciler tinerciler gibi yoğun olarak kapkaç, hırsızlık, gasp gibi suçlara yönelseydi, "alkol üretimi/tüketimi yasaklansın" diye tepki olabilirdi ama böyle bir şey de söz konusu değildir. alkole duyulabilecek tepki, "biz içmiyoruz onlar da içmesinler" mantığıdır.
alkol yasaklanırsa şeriat gelir diye bir argüman var mı: evet, kullananlar var. şeriat, bugünkü toplumun özgürlük seviyesini epey aşağılara çekecek bir rejim olmakta, pek çok insan da haklı olarak böyle bir şeyi istememektedir. bireysel özgürlüklerini korumak adına sigaraya tepki vermektedirler, çünkü sigara içen bireyler onlara zarar vermektedir. onlara zarar vermediği müddetçe diğer bireylerin sigara kullanımına karşı çıkmamaktadırlar. ancak, şeri hükümlerin olmazsa olmazı olan alkol tüketiminin suç kabul edilmesi, birey hakkı barındırmamaktadır. bu kanunlarla yönetilen ülkelerde alkolün yasak olması, bu insanlarca o ülkelere benzeme, bireysel hakları yitirme korkularını beraberinde getirmektedir. türbanın dini bir simge olması gibi, alkol tüketimini de birey özgürlüğünün simgesi olarak görebilmektedirler.
şeriat getirilmeyecekse alkol kullanımını yasaklamanın bir mantığı da yoktur, çünkü bu uyuşturucu, sigara, cinayet, tecavüz vb insanlara zarar veren bir şey değildir. bu sebeple insanların alkole tepki göstermesinin beklenmesi de saçma olacaktır.
şeriat ile alakası olmayan ülkelerde alkolün yasaklanması birey haklarına müdahale demektir, bu yerlerde "şeriat gelecek" diye bir düşünce yoktur ama toplum alkol tüketmek istediği müddetçe bunu hakkı olarak görmektedir. toplumların yapısı da buna göre şekillenmiştir elbet. türkiyede alkol kullanımına duyulan tepki, alkolün haram görülmediği toplumlar kıyaslanamayacak kadar fazladır bile.
alkole duyulan tepkinin bu etmenler haricinde bir dayanağı(sağlık, suç eğilimi vs) mevcut değildir. bu sebeple sigaraya duyulan tepki gibi alkole de tepki duyulmasını istemek saçmalıktır.
hiçbir tutkusu olmayan insan
tutkular, insanı hayatın acılarından bir süreliğine çekip alan tatlı rüyalardır. hiç kimse hayattan zevk almamak istemez ama insan hayatını bir dereceye kadar şekillendirebilir. bu şeklin ötesinde, hükmümüzün olmadığı boyutlardan hoşumuza gitmeyecek olaylar, mutsuzluklar yaşanır. kişi, tutkularına sığınarak bunları görmezden gelmeye çalışır.
tutkularıyla yaşayan insan hayattan zevk alır. ancak bunun kötü yanı, tutku olmadan yaşayamayacağını düşünmeye başlamasıdır. hayattan kaçışın her türlüsü bu insanlar için kutsal, laf edilmeyecek tabular haline gelir. bu insanlar tutkuları olmasa hayattan artık zevk alamayacaklarını bildiklerinden tutkularına daha da bir hırsla sarılırlar ve onları kaybetmekten korkarlar. bu yüzden tutkular insanı ele geçiren birer parmaklık gibidir, seni özgürleştirdiğini iddia etsen de aslında seni yönlendiren şeylerdir.
tutku sahibi olmayan insanlar, hayattan belki diğer insanlar kadar zevk almazlar, ancak sizden daha fazla özgür ve objektif düşünebilme yeteneğine sahiptirler. aşk, din gibi çok büyük ölçekli ve kapsamlı tutkular kişinin hayatını daha büyük ölçüde yönlendirirler ve iradenin ötesine geçip sağlıklı düşünmenizi engellerler. bu tutkuarına bağlanmış insanlar, dinsiz, aşksız, ailesiz, alkolsüz vesairesiz bir hayatın işkence olacağını düşünürler. ve tutkularından ayrılmamak için tutkularına körü körüne bağlı olup bir tür bağnazlık ile hayat görüşlerine müdahale edebilecek her şeyi reddedebilirler.
tutku sahibi olmayan insanlar, tutkulu kimselerce "ot" olarak nitelendirilebilirler, çünkü bu insanlar onların standartlarına uymamaktadır. paraya tapan insanlar için para pulu önemsemeyen insanlar önemsizdir. kitap aşıkları, kitap okumayan insanları değersiz bulurlar. siyaset ile yakından ilgilenen vatan kurtarıcıları, apolitik insanları bilinçsiz hatta gereksiz vatandaş olarak görürler. çünkü tutkunun insanlara hükmetmesinin bir maddesi de, benzer tutkulara sahip insanları çevrenize toplatmak istemesidir. tutkular paylaşılmak ister, sevgilisi olmayan insanlar sevilmemekten kudururlar ya da en basitinden müziği sevenler başka insanlarla aynı grupları dinlemekte olduklarını bilmekten haz alırlar. bir gruplaşma söz konusu olup tutkularınız sizi tutkularınızın büyüklüğünce duvarların arkasına hapsedecektir.
bunun sonucu ile tutkular üzerinize forma gibi de yapışabilir. insanlar hislerini belli etmeye bayılırlar çünkü arkasına sığındıkları tutkularını yüceltmek, ve bu yüce şeyin bir müridi olduklarını göstererek gurur duymak isterler. evet, rockçılar ve metalciler siyah giyinir, aşık insanlar sürekli sevgilisiyle birlikte görünür ya da istanbula giden izmirliler kafa siker. bu onların markasıdır artık, markalarının reklamını yaparlar.
tutkusu olmayan insanlar, çevrelerinde bu markaları görüp onlara sahip olmak isterler. çünkü onlara, bu tutkulara sahip olmadan yaşanamayacağı empoze edilmiştir. koleksiyonculara, bir takımın taraftarlarına gıpta ile bakarlar, "keşke ben de gitar çalabilseydim", "ben de araba kullanabilseydim", "ben de futboldan anlasaydım" derler. ülkelerini diğer insanlar gibi sevmek ya da dinine diğer insanlar kadar bağlı olabilmek isterler. çünkü artık onlar da bunun kafa dinlendiren, huzur bulduran, zaman geçirten bir şey olduğunu düşünüp, sıkıntıdan bir rüzgara kendilerini kaptırmak, düşünmemek isterler. bu tutkular aslında basit birer hobidir, can sıkıntısını azaltmaktan başka bir şeye yaramazlar. ancak dışarıdan bakıldığında bu bir yaşam felsefesi gibi görünür. tutkuların yayılmasının, furya olmasının sebebi budur.
hiç bir tutkusu olmayan insan, bir tutkunun esiri olmanın gerekli ya da zorunlu olmadığını bildiği sürece güzel insandır, iyi insandır. ancak, bir tutkuya kapılabilitesi gene de yüksek bir ihtimaldir. zevk aldığı şeyleri tutku haline getirip getirmeyeceği, elbette bilinçli olarak kendi tercihi olmalıdır.
tutkularıyla yaşayan insan hayattan zevk alır. ancak bunun kötü yanı, tutku olmadan yaşayamayacağını düşünmeye başlamasıdır. hayattan kaçışın her türlüsü bu insanlar için kutsal, laf edilmeyecek tabular haline gelir. bu insanlar tutkuları olmasa hayattan artık zevk alamayacaklarını bildiklerinden tutkularına daha da bir hırsla sarılırlar ve onları kaybetmekten korkarlar. bu yüzden tutkular insanı ele geçiren birer parmaklık gibidir, seni özgürleştirdiğini iddia etsen de aslında seni yönlendiren şeylerdir.
tutku sahibi olmayan insanlar, hayattan belki diğer insanlar kadar zevk almazlar, ancak sizden daha fazla özgür ve objektif düşünebilme yeteneğine sahiptirler. aşk, din gibi çok büyük ölçekli ve kapsamlı tutkular kişinin hayatını daha büyük ölçüde yönlendirirler ve iradenin ötesine geçip sağlıklı düşünmenizi engellerler. bu tutkuarına bağlanmış insanlar, dinsiz, aşksız, ailesiz, alkolsüz vesairesiz bir hayatın işkence olacağını düşünürler. ve tutkularından ayrılmamak için tutkularına körü körüne bağlı olup bir tür bağnazlık ile hayat görüşlerine müdahale edebilecek her şeyi reddedebilirler.
tutku sahibi olmayan insanlar, tutkulu kimselerce "ot" olarak nitelendirilebilirler, çünkü bu insanlar onların standartlarına uymamaktadır. paraya tapan insanlar için para pulu önemsemeyen insanlar önemsizdir. kitap aşıkları, kitap okumayan insanları değersiz bulurlar. siyaset ile yakından ilgilenen vatan kurtarıcıları, apolitik insanları bilinçsiz hatta gereksiz vatandaş olarak görürler. çünkü tutkunun insanlara hükmetmesinin bir maddesi de, benzer tutkulara sahip insanları çevrenize toplatmak istemesidir. tutkular paylaşılmak ister, sevgilisi olmayan insanlar sevilmemekten kudururlar ya da en basitinden müziği sevenler başka insanlarla aynı grupları dinlemekte olduklarını bilmekten haz alırlar. bir gruplaşma söz konusu olup tutkularınız sizi tutkularınızın büyüklüğünce duvarların arkasına hapsedecektir.
bunun sonucu ile tutkular üzerinize forma gibi de yapışabilir. insanlar hislerini belli etmeye bayılırlar çünkü arkasına sığındıkları tutkularını yüceltmek, ve bu yüce şeyin bir müridi olduklarını göstererek gurur duymak isterler. evet, rockçılar ve metalciler siyah giyinir, aşık insanlar sürekli sevgilisiyle birlikte görünür ya da istanbula giden izmirliler kafa siker. bu onların markasıdır artık, markalarının reklamını yaparlar.
tutkusu olmayan insanlar, çevrelerinde bu markaları görüp onlara sahip olmak isterler. çünkü onlara, bu tutkulara sahip olmadan yaşanamayacağı empoze edilmiştir. koleksiyonculara, bir takımın taraftarlarına gıpta ile bakarlar, "keşke ben de gitar çalabilseydim", "ben de araba kullanabilseydim", "ben de futboldan anlasaydım" derler. ülkelerini diğer insanlar gibi sevmek ya da dinine diğer insanlar kadar bağlı olabilmek isterler. çünkü artık onlar da bunun kafa dinlendiren, huzur bulduran, zaman geçirten bir şey olduğunu düşünüp, sıkıntıdan bir rüzgara kendilerini kaptırmak, düşünmemek isterler. bu tutkular aslında basit birer hobidir, can sıkıntısını azaltmaktan başka bir şeye yaramazlar. ancak dışarıdan bakıldığında bu bir yaşam felsefesi gibi görünür. tutkuların yayılmasının, furya olmasının sebebi budur.
hiç bir tutkusu olmayan insan, bir tutkunun esiri olmanın gerekli ya da zorunlu olmadığını bildiği sürece güzel insandır, iyi insandır. ancak, bir tutkuya kapılabilitesi gene de yüksek bir ihtimaldir. zevk aldığı şeyleri tutku haline getirip getirmeyeceği, elbette bilinçli olarak kendi tercihi olmalıdır.
icraat tembeli hayalperest boş adam
birisi güzelce doldurur diye verdiğim bir ukte idi, seni doldurmak bugüne nasipmiş.
icraat tembeli: kısaca, az laf çok iş mantığından uzak insan diye tanımlayabilirim. icraat tembellerini sıradan tembel insandan, üşengeçten ayıran unsur; icraate yatkın gözüküp de ortaya bir şey sunamamasıdır. yani yan gelip yatan adam bir icraat tembeli değildir, her gün "yetti artık basıyorum istifayı" diyip de bir sik yapmayan adam icraat tembelidir.
hayalperest boş adam: hayal kuran adamın kalitesiz bir alt türüdür. hayal kurarken mühendis gibi hesap kitap yapamadığından ortaya abuk sabuk hayaller döker. hayal kurmak mantık işi değilmiş gibi gözükse de görülmeyen bir çok desteğin üzerinde yer almaktadır. misal, zengin olma hayalleri kuran adam sermaye bulup, çalışıp, işi büyütüp vs vs yollarla zengin olma hayalleri kurabilir. yürü ya kulum değişkeni sayesinde mantık çerçevesini hayal dünyasına aktarabilir. hayalperest boş adam kıçını kaşıyarak, "la sayısal çıksa" diye umut eder. daha kötü varyasyonları ise piyangoyu bile düşünmeden, zengin olduğu takdirde yapacaklarını listelemeye başlar. bu insanlar, boş adamların en boşlarından seçilir.
icraat tembeli hayalperest boş adam: etrafımızdaki pek çok insandır. okulda, "olm mezun olunca dövüyoruz hocayı" diyen eleman, sevgilisine "sana mutlulukların en güzelini yaşatacağım" diyen adam, "sistemin çarkı olmayacağım" diyen kimseler bu insana verilecek örneklerdendir. malca hareketleriyle hocadan azar işiten, bir de üstüne sikko notlar alınca "hocayı dövecez" diye salya akıtanlar, göt zoruyla mezun olabildiklerinde hocayı dövemeyeceklerdir. köprüyü geçene kadar sevgilisine hayal alemlerinden vaatlerde bulunan boş insanımızın daha sonra sevgilisini mutlu etmek üzere bir davranışa geçtiği görülmemiştir. beni boğuyorlar anne, askere alıyorlar anne, kravat takıp beni bir kalıba sokuyorlar, tektipleştiriyorlar diye ağlayan gencimiz zamanı gelince sike sike askere de gitmekte, dönünce kolalı beyaz yakasıyla sabah sekiz akşam beş arası robot gibi çalışmaktadır.
dünyaya mı isyan ediyorsun. ailenle kavga mı ettin. işinden memnun değil misin. hemen kur hayal güzel kardeşim, en kolayı bu. çocukken yapılırdı bu, "büyüyünce astronot olacam" denirdi. nasıl olunur bilinmez tabi. zamanla öğrenirsin nasıl astronot olunabilir, dünyada kaç kişi astronot olabilmiştir diye, titrer kendine gelirsin. "senin için dünyaları yakarım" diyen adam, nah yakarsın dünyayı, hava basmak için taşıdığın zippoyla mı yakacaksın. "yok hoca, her şeyi bırakıp gideceğim" diyen sikko vatandaş, nereye gidiyorsun amına koyım, neyle gidiyorsun. ilk gaz geçince paşa paşa hayal aleminden ayrılıp gerçek dünyana geri dönüyorsun.
mezun olup hocayı dövdün mü, helal olsun sana derim o zaman. hayal ettin, diplomayı alınca hocanın götünde sigara söndürcem dedin ve yaptın ha, helal olsun arkadaşım sana. aileni, eşini dostunu, işini bırakıp her şeyi bırakıp giden adam, taşlarda yattın, çok kere aç kaldın, ama rest çekip dönmediysen sana da helal olsun. alkışlarım seni, helal olsun derim, sıcak yemek ısmarlarım. ama car car konuşup bir sik yapamayanlar, sizden bi sikim olmaz.
icraat tembeli hayalperest boş adamları gördüğüm yerde vuruyorum. başıboş gezdikleri zaman insanlığa zarar verdiklerini düşünüyorum, sık takıldıkları yerlere zehirli yem atıyorum. maksat dünya temizlensin, parazitli yayınları sona ersin. her şey daha güzel bir dünya için.
icraat tembeli: kısaca, az laf çok iş mantığından uzak insan diye tanımlayabilirim. icraat tembellerini sıradan tembel insandan, üşengeçten ayıran unsur; icraate yatkın gözüküp de ortaya bir şey sunamamasıdır. yani yan gelip yatan adam bir icraat tembeli değildir, her gün "yetti artık basıyorum istifayı" diyip de bir sik yapmayan adam icraat tembelidir.
hayalperest boş adam: hayal kuran adamın kalitesiz bir alt türüdür. hayal kurarken mühendis gibi hesap kitap yapamadığından ortaya abuk sabuk hayaller döker. hayal kurmak mantık işi değilmiş gibi gözükse de görülmeyen bir çok desteğin üzerinde yer almaktadır. misal, zengin olma hayalleri kuran adam sermaye bulup, çalışıp, işi büyütüp vs vs yollarla zengin olma hayalleri kurabilir. yürü ya kulum değişkeni sayesinde mantık çerçevesini hayal dünyasına aktarabilir. hayalperest boş adam kıçını kaşıyarak, "la sayısal çıksa" diye umut eder. daha kötü varyasyonları ise piyangoyu bile düşünmeden, zengin olduğu takdirde yapacaklarını listelemeye başlar. bu insanlar, boş adamların en boşlarından seçilir.
icraat tembeli hayalperest boş adam: etrafımızdaki pek çok insandır. okulda, "olm mezun olunca dövüyoruz hocayı" diyen eleman, sevgilisine "sana mutlulukların en güzelini yaşatacağım" diyen adam, "sistemin çarkı olmayacağım" diyen kimseler bu insana verilecek örneklerdendir. malca hareketleriyle hocadan azar işiten, bir de üstüne sikko notlar alınca "hocayı dövecez" diye salya akıtanlar, göt zoruyla mezun olabildiklerinde hocayı dövemeyeceklerdir. köprüyü geçene kadar sevgilisine hayal alemlerinden vaatlerde bulunan boş insanımızın daha sonra sevgilisini mutlu etmek üzere bir davranışa geçtiği görülmemiştir. beni boğuyorlar anne, askere alıyorlar anne, kravat takıp beni bir kalıba sokuyorlar, tektipleştiriyorlar diye ağlayan gencimiz zamanı gelince sike sike askere de gitmekte, dönünce kolalı beyaz yakasıyla sabah sekiz akşam beş arası robot gibi çalışmaktadır.
dünyaya mı isyan ediyorsun. ailenle kavga mı ettin. işinden memnun değil misin. hemen kur hayal güzel kardeşim, en kolayı bu. çocukken yapılırdı bu, "büyüyünce astronot olacam" denirdi. nasıl olunur bilinmez tabi. zamanla öğrenirsin nasıl astronot olunabilir, dünyada kaç kişi astronot olabilmiştir diye, titrer kendine gelirsin. "senin için dünyaları yakarım" diyen adam, nah yakarsın dünyayı, hava basmak için taşıdığın zippoyla mı yakacaksın. "yok hoca, her şeyi bırakıp gideceğim" diyen sikko vatandaş, nereye gidiyorsun amına koyım, neyle gidiyorsun. ilk gaz geçince paşa paşa hayal aleminden ayrılıp gerçek dünyana geri dönüyorsun.
mezun olup hocayı dövdün mü, helal olsun sana derim o zaman. hayal ettin, diplomayı alınca hocanın götünde sigara söndürcem dedin ve yaptın ha, helal olsun arkadaşım sana. aileni, eşini dostunu, işini bırakıp her şeyi bırakıp giden adam, taşlarda yattın, çok kere aç kaldın, ama rest çekip dönmediysen sana da helal olsun. alkışlarım seni, helal olsun derim, sıcak yemek ısmarlarım. ama car car konuşup bir sik yapamayanlar, sizden bi sikim olmaz.
icraat tembeli hayalperest boş adamları gördüğüm yerde vuruyorum. başıboş gezdikleri zaman insanlığa zarar verdiklerini düşünüyorum, sık takıldıkları yerlere zehirli yem atıyorum. maksat dünya temizlensin, parazitli yayınları sona ersin. her şey daha güzel bir dünya için.
10 Ekim 2010 Pazar
aptal insanlardan nefret etmek
herkesin kendince aptallık kriteri vardır.
kendisini güzel bulan bir kız, hoşlandığı erkek ona değil de başka kızlara baktığı zaman "aptal işte nolucak, hıh!" diyebilir. kız makyajı, takıp takıştırmayı, kocaman güneş gözlüğü takmayı falan çok sevdiği için diğer insanlarca "aptal sarışın" olarak adlandırılabilir, özellikle de saçları sarıysa. birisi sırf akpye oy verdiği için "aptal mısın kardeşim oy veriyorsun aq partisine" cümlesini duyabilir. bir öğrenci konsantrasyon problemi çektiği için dersi anlayamaz ve annesi, babası, arkadaşları ve öğretmeni tarafından aptal olarak nitelendirilebilir. bilgisayarla pek haşır neşir olmamış bir ebeveyn çocuğuna "bunu nasıl yapacağız şimdi?" diye zırt pırt soruyorsa kendisin aptal gibi hissedebilir.
halbuki bu örneklerdeki tüm aptal insanlar epey yüksek bir iqya sahip olabilirler. eq falan da var ama en genel zeka kriteri iq olduğundan iq dedim.
diyorum ki, hepimizin sağında solunda aptal insanlar var. bence demet akalın dinleyenler aptal insanlardır mesela. stephen hawking bile demet akalın dinliyor olsa bile benim için bu kaide değişmez.
nefret etmek insani bir duygudur, aşk gibi, korku gibi ya da öfke gibi. aptallar da zeki insanlar da nefret edebilir. nefreti aptallara yakıştırmak, "zeki insanlar aşık olmaz", "sadece aptallar bir şeye öfkelenir" vb yargılar kadar sığ kalmaktadır. nefret zeka ile ilişkilendirilmesi gereken bir şey değildir. einstein işkembe çorbasından nefret edebilir mesela, halbuki biz sirkeli sarımsaklı pek severiz, adam o ortamda bulunmak bile istemez.
aptal insanlardan nefret etmek da gayet doğal bir şeydir. insanlar kendilerine zarar verebilecek şeylerden nefret eder, aşık olmaktan korkabilir, sigara dumanından nefret edebilir, fenerbahçeden tiksinebilir vs. :fenerli değilim
zeki bir insan, çevresinde zeki insanlar bulunsun isteyebilir, böylelikle ortak paylaşımlar yapabilirler. en başta anlattığım üzere; kişi kendisinden farklı bireyleri aptal olarak nitelendirmektedir. basit bir senaryo koyayım ortaya. ben ve x kişisi olsun ortamda, ben de demet akalın dinleyenlerden nefret ediyor olayım.
b: ne dinlersin müzik olarak?
x: demet akalın dinlerim...
b: hmm...
x kişisi benim banlistimdedir çünkü aptaldır. demet akalın dinliyorsa, benim zevk aldığım müzik türlerine son derece yabancı demektir, hatta benim sevdiğim müziklerden nefret ediyor olabilir.
b: ne dinlersin müzik olarak?
x: metallica dinlerim...
b: son albümünü hiç sevmedim
x: cliff burton ölmeden öncesi güzel zaten.
b: ben atmosferik yarrak metal dinlerim mesela
x: ben pek dinlemem de o atmosferik riffleri falan epey güzel
...
karşımdaki bana çok zıt değilse ve ortak bir şeyler bulabilirsek ikimiz de aptal olmuyoruz. ama;
x: ne demek demet akalın kötü, sen ne dinliyorsun
b: atmosferik yarrak metal
x: ne anlıyorsunuz o müzikten, metalcilerin rockçıların hepsi gerizekalı
b: sensin gerizekalı, anca ıptıs ıştıs dinleyin işte beyinsizler
x: böğürtü dinleye dinleye kafan sikilmiş, git bi format attır
sonuç, ikimiz de birbirimizin gözünde aptalız. örnek abartı olsa da, önyargıların ve karşıtlaştırmanın ne kadar keskin olduğunu gösteriyor bence. belki ikimiz de şu anda olduğumuz konumdan, karşımızdakinin konumuna kayabileceğimizi düşünüp korkuyoruz, ben kendimi hande yener falan dinlerken düşünüyorum, bundan keyif alabileceğimi düşünüyorum vs. bu tarz aptallıktan nefret etmek, daha çok bireysel zevklerden doğmaktadır, çok da nadir değildir.
"aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun" lafı doğrudur. faydacı birey aptal dostun yarardan çok zarar vereceğini öngörür, akıllı düşman ise seni de en az onun kadar akıllı olmaya zorlayacaktır.
bunun dışında daha teknik aptallıklar vardır. mesela ben bilgisayardan anlıyor olayım, bir arkadaşım da bilgisayardan hiç anlamıyor olsun. bu kimsenin bana zararı yoktur. ancak "nasıl format atarım", "bilgisayarım bozuldu gel bi bak", "nasıl oyun yükleyeceğim", "verdiğin programı çalıştıramadım" diye gelirse ondan nefret edebilirim. kişiden kişiye değişir bu da, bireyin tahammül sınırı ile alakalı bir şeydir, zeka ile ise alakası yoktur.
yani birisi daha ilk seferde "bana ne kardeşim, rtfm!" diye höykürebilir. ben bir kaç kere anlatırım, anlattığım şeyi anlamıyor tekrar tekrar bana soruyorsa dellenirim. kimisi ise bilgisayarının açılmadığından şikayet eden birisinin probleminin elektriklerin kesik olması sonucuna varana bile sabrını koruyabilir. ondan ötesi malesef yoktur. muhaha lan elektrik kesik adam bilgisayar açılmıyor diyor lan muhahahau..
teknik detaylara bağlı aptallardan da bu sebeple nefret ederiz. değerli vaktimizi çalabilirler, sabrımızı tüketip bizi sinirlendirebilirler, bize hiçbir fayda sağlamayacağı halde yardımımızı isteyebilirler vs. bu anormal bir şey değildir, dediğim gibi kişiden kişiye değişebilir.
"aptallardan nefret ediyorum" hitabı da günlük konuşma içerisinde sırıtmayacak bir şeydir. neticede herbirimiz kendimizi diğer insanlara pazarlamaya çalışıyoruz, zekamızı, güzelliğimizi, bilgimizi vs göstermek için maymun oluyoruz. birisi diğer insanlardan daha zeki olarak göstermek için bu cümleyi kullanabilir, siz de bu insandan nefret edebilirsiniz. bunu kastetmeyip de, bu insanlarla uğraşmaktan ne kadar yorulduğunu anlatabilir, yine nefret edebilirsiniz. hiçbir şey söylemese hiçbir şey söylemediği için de nefret edebilirsiniz.
özet: nefret ediniz ettiriniz.
kendisini güzel bulan bir kız, hoşlandığı erkek ona değil de başka kızlara baktığı zaman "aptal işte nolucak, hıh!" diyebilir. kız makyajı, takıp takıştırmayı, kocaman güneş gözlüğü takmayı falan çok sevdiği için diğer insanlarca "aptal sarışın" olarak adlandırılabilir, özellikle de saçları sarıysa. birisi sırf akpye oy verdiği için "aptal mısın kardeşim oy veriyorsun aq partisine" cümlesini duyabilir. bir öğrenci konsantrasyon problemi çektiği için dersi anlayamaz ve annesi, babası, arkadaşları ve öğretmeni tarafından aptal olarak nitelendirilebilir. bilgisayarla pek haşır neşir olmamış bir ebeveyn çocuğuna "bunu nasıl yapacağız şimdi?" diye zırt pırt soruyorsa kendisin aptal gibi hissedebilir.
halbuki bu örneklerdeki tüm aptal insanlar epey yüksek bir iqya sahip olabilirler. eq falan da var ama en genel zeka kriteri iq olduğundan iq dedim.
diyorum ki, hepimizin sağında solunda aptal insanlar var. bence demet akalın dinleyenler aptal insanlardır mesela. stephen hawking bile demet akalın dinliyor olsa bile benim için bu kaide değişmez.
nefret etmek insani bir duygudur, aşk gibi, korku gibi ya da öfke gibi. aptallar da zeki insanlar da nefret edebilir. nefreti aptallara yakıştırmak, "zeki insanlar aşık olmaz", "sadece aptallar bir şeye öfkelenir" vb yargılar kadar sığ kalmaktadır. nefret zeka ile ilişkilendirilmesi gereken bir şey değildir. einstein işkembe çorbasından nefret edebilir mesela, halbuki biz sirkeli sarımsaklı pek severiz, adam o ortamda bulunmak bile istemez.
aptal insanlardan nefret etmek da gayet doğal bir şeydir. insanlar kendilerine zarar verebilecek şeylerden nefret eder, aşık olmaktan korkabilir, sigara dumanından nefret edebilir, fenerbahçeden tiksinebilir vs. :fenerli değilim
zeki bir insan, çevresinde zeki insanlar bulunsun isteyebilir, böylelikle ortak paylaşımlar yapabilirler. en başta anlattığım üzere; kişi kendisinden farklı bireyleri aptal olarak nitelendirmektedir. basit bir senaryo koyayım ortaya. ben ve x kişisi olsun ortamda, ben de demet akalın dinleyenlerden nefret ediyor olayım.
b: ne dinlersin müzik olarak?
x: demet akalın dinlerim...
b: hmm...
x kişisi benim banlistimdedir çünkü aptaldır. demet akalın dinliyorsa, benim zevk aldığım müzik türlerine son derece yabancı demektir, hatta benim sevdiğim müziklerden nefret ediyor olabilir.
b: ne dinlersin müzik olarak?
x: metallica dinlerim...
b: son albümünü hiç sevmedim
x: cliff burton ölmeden öncesi güzel zaten.
b: ben atmosferik yarrak metal dinlerim mesela
x: ben pek dinlemem de o atmosferik riffleri falan epey güzel
...
karşımdaki bana çok zıt değilse ve ortak bir şeyler bulabilirsek ikimiz de aptal olmuyoruz. ama;
x: ne demek demet akalın kötü, sen ne dinliyorsun
b: atmosferik yarrak metal
x: ne anlıyorsunuz o müzikten, metalcilerin rockçıların hepsi gerizekalı
b: sensin gerizekalı, anca ıptıs ıştıs dinleyin işte beyinsizler
x: böğürtü dinleye dinleye kafan sikilmiş, git bi format attır
sonuç, ikimiz de birbirimizin gözünde aptalız. örnek abartı olsa da, önyargıların ve karşıtlaştırmanın ne kadar keskin olduğunu gösteriyor bence. belki ikimiz de şu anda olduğumuz konumdan, karşımızdakinin konumuna kayabileceğimizi düşünüp korkuyoruz, ben kendimi hande yener falan dinlerken düşünüyorum, bundan keyif alabileceğimi düşünüyorum vs. bu tarz aptallıktan nefret etmek, daha çok bireysel zevklerden doğmaktadır, çok da nadir değildir.
"aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun" lafı doğrudur. faydacı birey aptal dostun yarardan çok zarar vereceğini öngörür, akıllı düşman ise seni de en az onun kadar akıllı olmaya zorlayacaktır.
bunun dışında daha teknik aptallıklar vardır. mesela ben bilgisayardan anlıyor olayım, bir arkadaşım da bilgisayardan hiç anlamıyor olsun. bu kimsenin bana zararı yoktur. ancak "nasıl format atarım", "bilgisayarım bozuldu gel bi bak", "nasıl oyun yükleyeceğim", "verdiğin programı çalıştıramadım" diye gelirse ondan nefret edebilirim. kişiden kişiye değişir bu da, bireyin tahammül sınırı ile alakalı bir şeydir, zeka ile ise alakası yoktur.
yani birisi daha ilk seferde "bana ne kardeşim, rtfm!" diye höykürebilir. ben bir kaç kere anlatırım, anlattığım şeyi anlamıyor tekrar tekrar bana soruyorsa dellenirim. kimisi ise bilgisayarının açılmadığından şikayet eden birisinin probleminin elektriklerin kesik olması sonucuna varana bile sabrını koruyabilir. ondan ötesi malesef yoktur. muhaha lan elektrik kesik adam bilgisayar açılmıyor diyor lan muhahahau..
teknik detaylara bağlı aptallardan da bu sebeple nefret ederiz. değerli vaktimizi çalabilirler, sabrımızı tüketip bizi sinirlendirebilirler, bize hiçbir fayda sağlamayacağı halde yardımımızı isteyebilirler vs. bu anormal bir şey değildir, dediğim gibi kişiden kişiye değişebilir.
"aptallardan nefret ediyorum" hitabı da günlük konuşma içerisinde sırıtmayacak bir şeydir. neticede herbirimiz kendimizi diğer insanlara pazarlamaya çalışıyoruz, zekamızı, güzelliğimizi, bilgimizi vs göstermek için maymun oluyoruz. birisi diğer insanlardan daha zeki olarak göstermek için bu cümleyi kullanabilir, siz de bu insandan nefret edebilirsiniz. bunu kastetmeyip de, bu insanlarla uğraşmaktan ne kadar yorulduğunu anlatabilir, yine nefret edebilirsiniz. hiçbir şey söylemese hiçbir şey söylemediği için de nefret edebilirsiniz.
özet: nefret ediniz ettiriniz.
insanlarda zavallı yaratıkları sevme güdüsü
mevsimlerden cehennem günlerden herhangi bir gündü. kızgın kaldırımları arşınlıyordum, alnımda boncuk boncuk terler vardı. tam da sıcağa alışılan ender anlarda kavruk bir rüzgar esiyor, anlık ferahlatmasının ertesinde insan ne kadar da bunaltıcı bir konumda olduğunu yine hatırlıyordu.
"ayyyyh ne şekerrrr..!"
ne zaman bu feryadı duysam kemerimdeki kırbaca uzanırım. istemsizce elim yine kemerime uzandı ama orada bir kırbaç yoktu, zaten hiç olmamıştı. derin bir soluk aldım ve üzüntü ile koyverdim. bu sefer neydi acaba; bebek arabasındaki bir bebek, bir kedi, dişleri dökük bir kız çocuğu... insana sefaletini ancak kendinden daha sefil bir varlık unutturabilir, bu yüzdendir böylesi bir şey görünce kabaran şefkat.
ufak bir köpek, pek de sevimsiz, buruşuk derisi, bodur bacakları ve meymenetsiz çehresiyle çirkinlik kavramının fiziken birebir karşılığı olan bu berbat hayvan, şu anda bir kız grubunun ilgisini üzerinde hissetmesiyle beraber sevinçten deliye dönmüş, bir dolmalık biber estetiğindeki kuyruğunu sallamaya uğraşarak tasmasını çekiştiriyor, sahibinin etrafında dönerek kendince daha şirin, daha ilgi çekici görünmeye uğraşıyordu. pek tabi; aşağılık bir varlığın ilgi çekmeye böylesi aç olması şaşırılacak bir şey değildi, elleriyle boynundaki tasmaya hükmeden sahibinin cinsinden bu canlılar onun efendileriydi, onları güldürebilirse dünyanın en başarılı soytarısı olarak ne kadar övünürse azdı.
bu kız güruhu, şüphesiz ki bir bebek onlara gülümsediğinde, belki de yakışıklı bir erkek onlara bakış attığında alacakları hazza yakın bir haz duyabiliyordu. gülen bir bebek resmi ya da heykeli ya da ne bileyim ona benzer bir şey bu kimselerde asla buna yakın bir tepki doğurmayacaktı, onlar canlı bir şeye hükmetmek, ondan üstün olduğuklarını bir şekilde hissedebilmek istiyorlardı. bebekler zeka noksanlıklarının etkisiyle alelade şeylere gülebilir ya da ağlayabilir. "ce eeee" yaptığınızda bundan keyif alabilecek yegane varlıklar insan bebeği denilen bu garip canlılardır. güldürmesi bu kadar kolay olan canlıları güldürebilmek, bir şeyi tutup ağzına götürme refleksinden başka yeteneği olmayan bir canlının parmağını tutmasını sağlamak yetişkin bir insana nasıl keyif verebilirdi ya rabbi, bunu anlayamıyordum, anlayamayacaktım da.
kızlar birer birer "gel bakiim buraya, ah canııım nasıl da bakıyor" diyerek köpeği kendi yanına çağırıyor, köpek de koskoca bir insanın kendini muhattap olarak görmesinden duyduğu memnuniyetle sevinçten deliriyordu. "neden?" sorusu döküldü dudaklarımdan, altı üstü bir köpek, "canım" diyebilir misin bir köpeğe, tanımadığın bir çocuğa "canım" diyebilir misin, dersin de neden dersin? bir şeyin "canım" olması bu kadar basit midir?
bir martı "canım" değildir mesela, gökyüzünde zaman zaman yüzlercesini bile görebilirsiniz çünkü, özgürce uçmaktadırlar. ama kanadı kırılmış bir martı "canım"dır. yeni doğmuş bir kedi yavrusu "ah kıyamam"dır mesela, sizden kaçmaz çünkü, kaçamayacak, sizden kötülük beklemeyecek kadar acemi ve zavallıdır. önünde şaklabanlık yapan dana kadar adamlara gülebilen bir bebek zavallıdır.
bir sivas kangal asla "aaa ne şekerrr" diye sevilmez. çünkü istese götünüzü kopartabileceğini tahmin etmeniz zor değildir. kangallar zavallı canlılar olmadığından bir takım fifiler gibi duygular uyandıramazlar.
bilemiyordum, insanların bu tür sefil canlıları neden sevebildiğini anlamıyordum. ben sevemiyordum mesela, bir bebek görünce, yüzündeki masum ifadeyi değil de ağzının kenarından akan iğrenç tükürükleri silmekten aciz oluşunu görüyordum. sokaklardaki kedilere neden su kabı konduğunu anlamıyordum, bunu hak edecek ne yaptıklarını çözemiyordum.
belki de ne kadar sefil birisi olabileceğimi hatırlatıyordu bütün bu varlıklar bana, bunu hiç bilemiyordum.
"ayyyyh ne şekerrrr..!"
ne zaman bu feryadı duysam kemerimdeki kırbaca uzanırım. istemsizce elim yine kemerime uzandı ama orada bir kırbaç yoktu, zaten hiç olmamıştı. derin bir soluk aldım ve üzüntü ile koyverdim. bu sefer neydi acaba; bebek arabasındaki bir bebek, bir kedi, dişleri dökük bir kız çocuğu... insana sefaletini ancak kendinden daha sefil bir varlık unutturabilir, bu yüzdendir böylesi bir şey görünce kabaran şefkat.
ufak bir köpek, pek de sevimsiz, buruşuk derisi, bodur bacakları ve meymenetsiz çehresiyle çirkinlik kavramının fiziken birebir karşılığı olan bu berbat hayvan, şu anda bir kız grubunun ilgisini üzerinde hissetmesiyle beraber sevinçten deliye dönmüş, bir dolmalık biber estetiğindeki kuyruğunu sallamaya uğraşarak tasmasını çekiştiriyor, sahibinin etrafında dönerek kendince daha şirin, daha ilgi çekici görünmeye uğraşıyordu. pek tabi; aşağılık bir varlığın ilgi çekmeye böylesi aç olması şaşırılacak bir şey değildi, elleriyle boynundaki tasmaya hükmeden sahibinin cinsinden bu canlılar onun efendileriydi, onları güldürebilirse dünyanın en başarılı soytarısı olarak ne kadar övünürse azdı.
bu kız güruhu, şüphesiz ki bir bebek onlara gülümsediğinde, belki de yakışıklı bir erkek onlara bakış attığında alacakları hazza yakın bir haz duyabiliyordu. gülen bir bebek resmi ya da heykeli ya da ne bileyim ona benzer bir şey bu kimselerde asla buna yakın bir tepki doğurmayacaktı, onlar canlı bir şeye hükmetmek, ondan üstün olduğuklarını bir şekilde hissedebilmek istiyorlardı. bebekler zeka noksanlıklarının etkisiyle alelade şeylere gülebilir ya da ağlayabilir. "ce eeee" yaptığınızda bundan keyif alabilecek yegane varlıklar insan bebeği denilen bu garip canlılardır. güldürmesi bu kadar kolay olan canlıları güldürebilmek, bir şeyi tutup ağzına götürme refleksinden başka yeteneği olmayan bir canlının parmağını tutmasını sağlamak yetişkin bir insana nasıl keyif verebilirdi ya rabbi, bunu anlayamıyordum, anlayamayacaktım da.
kızlar birer birer "gel bakiim buraya, ah canııım nasıl da bakıyor" diyerek köpeği kendi yanına çağırıyor, köpek de koskoca bir insanın kendini muhattap olarak görmesinden duyduğu memnuniyetle sevinçten deliriyordu. "neden?" sorusu döküldü dudaklarımdan, altı üstü bir köpek, "canım" diyebilir misin bir köpeğe, tanımadığın bir çocuğa "canım" diyebilir misin, dersin de neden dersin? bir şeyin "canım" olması bu kadar basit midir?
bir martı "canım" değildir mesela, gökyüzünde zaman zaman yüzlercesini bile görebilirsiniz çünkü, özgürce uçmaktadırlar. ama kanadı kırılmış bir martı "canım"dır. yeni doğmuş bir kedi yavrusu "ah kıyamam"dır mesela, sizden kaçmaz çünkü, kaçamayacak, sizden kötülük beklemeyecek kadar acemi ve zavallıdır. önünde şaklabanlık yapan dana kadar adamlara gülebilen bir bebek zavallıdır.
bir sivas kangal asla "aaa ne şekerrr" diye sevilmez. çünkü istese götünüzü kopartabileceğini tahmin etmeniz zor değildir. kangallar zavallı canlılar olmadığından bir takım fifiler gibi duygular uyandıramazlar.
bilemiyordum, insanların bu tür sefil canlıları neden sevebildiğini anlamıyordum. ben sevemiyordum mesela, bir bebek görünce, yüzündeki masum ifadeyi değil de ağzının kenarından akan iğrenç tükürükleri silmekten aciz oluşunu görüyordum. sokaklardaki kedilere neden su kabı konduğunu anlamıyordum, bunu hak edecek ne yaptıklarını çözemiyordum.
belki de ne kadar sefil birisi olabileceğimi hatırlatıyordu bütün bu varlıklar bana, bunu hiç bilemiyordum.
gözler aralık uyumak
kapatamayrum ya, kapanmayor. sadece gözbebeğinin üstünü örtünce yani ekranı karartınca; gözün kıçı açıkta kalmış başı açıkta kalmış vs umursamıyorum. bazen zorluyorum, yumuyorum iyice gözlerimi ama olmuyor, gözüm sağından soluna döndüğü anda gene üstü açılıyor. sonrasında da sabaha zımpara gibi gözlerle uyanıyorum, gözleri kırpıştırırken hışır hışır ses çıkıyor.
kardeşim ben uyurken fotoğrafımı çekmiş geçen, hesapta uyuyorum ama görünüşte sauron gibi etrafı izliyorum aralık gözlerimle. "amına koyayım gene dükkanlar açık kalmış" diye gözlerimi ovuşturmaya çalışıyorum, bir kilo çapak dökülüyor avcuma. allahtan uyumadan lensleri çıkarma alışkanlığım var, yoksa yeni dökülmüş asfalt gibi yapışır gözlerime, hayatta çıkaraman sonra.
bir gün böyle zombi gibi bakınarak uyuya uyuya gözleri elime alacağım ya hadi bakalım.
kardeşim ben uyurken fotoğrafımı çekmiş geçen, hesapta uyuyorum ama görünüşte sauron gibi etrafı izliyorum aralık gözlerimle. "amına koyayım gene dükkanlar açık kalmış" diye gözlerimi ovuşturmaya çalışıyorum, bir kilo çapak dökülüyor avcuma. allahtan uyumadan lensleri çıkarma alışkanlığım var, yoksa yeni dökülmüş asfalt gibi yapışır gözlerime, hayatta çıkaraman sonra.
bir gün böyle zombi gibi bakınarak uyuya uyuya gözleri elime alacağım ya hadi bakalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)